KIRMIZI AYAKKABILAR – Ayşe AKALTUN (Sayı:56)
Merhaba Sayın Bayım.
Bu size yazdığım ilk mektup. Aslında tek mektup demek daha doğru olur. Bir daha yazacağımı, yazabileceğimi zannetmiyorum.
Siz beni tanımıyorsunuz, aslında benim de sizi tanıdığım söylenemez. Okuduğunuz kitapları, gittiğiniz filmleri, tiyatro oyunlarını biliyorum. Hatta çayınızı nasıl içtiğinizi, hangi içkiyle sarhoş olduğunuzu da, ama hiç tanışmadık, tesadüfleri saymazsak, gözlerimiz hiç bir birine uzun uzun bakmadı.
Sizi ilk kez yaya geçidinde beklerken gördüm. Yan yana duruyorduk, ben yere bakıyordum, insanların ne kadar acımasız olduklarını düşünüyordum. Takım elbisenin altına giydiğiniz kırmızı spor ayakkabılarınızı fark ettim önce. Komik buldum siyahın altında parlayan kırmızıyı, biraz da eğlenceli… Sıkıcı cümlelerin ortasına yerleşmiş şakacı bir ünlem gibiydi. Yüzünüze baktığımda, sizinde ayakkabılara baktığınızı fark ettim. Sanırım, hayatın karanlığına inat giymiştiniz o kırmızı ayakkabıları.
O gün cesaret edip bütün bunları size söyleyebilseydim, şimdi gözlerimiz bir birlerini tanıyor olurdu. Yapamadım, yolculuğumuz yaya geçidi kadar kısa sürdü. O geçitte kalsaydı her şey, belki o ayakkabılar hafızamda hoş bir anı olacaktı.
İkinci kez bir film festivalinde gördüm ayakkabılarınızı. Biletimi almış salonun kapısında bekliyordum. Iciar Bollain’in “Te Doy Mis Ojos” filmiydi. Salona doğru geçen ayakkabılarınızı görünce eski bir dostla karşılaşmış gibi hissettim. Onca film arasından, aynı filmi aynı seansı seçmiş olmamız sizce tesadüf müdür? O bir buçuk saati, filmle birlikte sizi izleyerek geçirdim. Salondan çıktığımızda, ayaklarım, ayakkabılarınızın peşine düştü. Evinize kadar izledim sizi. Lütfen beni yanlış anlamayın, amacım sizi takip etmek değildi, her şey kendiliğinden oldu. Apartman kapınız yüzüme kapandığında anladım aslında ne yaptığımı.
Sizi üçüncü görüşümde, ayakkabılarınız, siz ve arkadaşlarınız rakı içiyordunuz. Yoldan geçiyordum, sıradan, sıkıcı bir gündü. Yapacak başka işim olmadığından oturdum yan masanıza. Sesinizi, gülüşünüzü ilk kez o gün duydum. Rakıyı susuz içtiğinizi, Arnavut ciğerini sevdiğinizi, peynirle aranızın iyi olmadığını da o gün öğrendim. Ağır ağır sarhoş olmanızı izledim. Sarhoş oldukça içinizden fışkıran hüznü o gün gördüm. Bu hüznü saklamak içindi ayakkabılarla hayata koyduğunuz ünlem, diye düşündüm. Dedim ya yapacak işim, evde beni bekleyen kimsem yoktu, zamanım çok, merakım sonsuzdu. Ayakkabılarınız kaldırımlarda dans eder gibi yürürken izledim sizi. Başınıza bir şey gelmesinden korkuyordum. Sarhoştunuz, sanırım ayakkabılarınızda sarhoştu. Apartman kapınızdan girdiğinizde rahatladı içim.
Size sonraki ayları anlatmanın anlamı yok. Tiyatro salonları, kitapçılar, meyhaneler, parklar boyunca izledim sizi. Siz de benim için hayata koyduğum şakacı bir virgüldünüz. Yan yana aynı kitap raflarına baktık, eş zamanlı rakı kadehleri kaldırdık, konserlerde aynı şarkıya eşlik ettik. Hiç fark etmediniz beni. Görünmez gibiydim yanınızda.
Sizi, en son evinizin yakınındaki parkta gördüm. Elinizde Friedrich Dürrenmatt’ın “Derinlikler Vadisi” kitabı vardı. Sırtınızı banka, yüzünüzün birazını güneşe vermiş okuyordunuz. O gün sizi görmemin bir tesadüf olduğunu söylemek isterdim ama dürüst olmalıyım. Sizin hayatınızı sizden daha iyi bilir olmuştum; yürüdüğünüz sokakları, oturduğunuz bankı, sevdiğiniz meyhaneyi ve ne zaman nereye gideceğinizi. O gün parka geldiğimde orada olacağınızı biliyordum yani. Kitap okuyor olacağınızı da biliyordum. Hatta elinizdeki kitabın iki gün önce aldığınız Derinlikler Vadisi’nin olacağını da.
Bilmediğim ve öğrenmek için can attığım şeyse, neden kırmızı ayakkabılarınızdan vazgeçtiğiniz. Bankta, elinizde kitap otururken o ayakkabılar olmadan yarım kaldığınızın farkında mıydınız? Hayata o ayakkabılar olmadan karşı koyamayacağınızın? Sizin ünleminiz olmayınca benim virgülümün de anlamsız olduğunu bilmenizi isterdim.
Evet, Sayın Bayım, bu size ilk ve tek mektubum.
Lütfen ayakkabılarınızı terk etmeyin.
Lütfen hayatla dalga geçmeye devam edin.
Bir cevap yazın