Hasan Ali Toptaş ile Kendisi Üzerine Bir Sohbet (Sayı:21)

 

 

hasan ali toptaş

Sizin icin “Taşradan Merkeze, Dünyaya Giden Yazar”
diye bir başlık düşündük, bu fikrimize
katılır mısınız?

Evet, ben taşradan geliyorum; böyle
denebilir. Aslında taşradan geliyorum
sözü bile yanlış. Sonuçta, nereye geliyorum?
Sadece edebiyata. Ustelik hala
taşrada hissediyorum kendimi. Bu bana
iyi geliyor. Taşrada olmak ya da merkezde
olmak benim için o kadar ayırıcı bir
özellik değil çünkü. Yine de, gençliğimizde
arkadaşlarımla birlikte İstanbul’u
merkez bilir ve oraya doğru dönerek, bizi
kabul etmiyor diye öfkeyle homurdanırdık.
Yazarların ve yayınevlerinin birçoğu
orada olduğu icin belki. Ya da iletişim
zor olduğu icin. Şimdi o öfkenin anlamsız
olduğunu duşunuyorum. Bugun,
Adana’da, Hakkari’de ya da İstanbul’da
olmanın bir farkı yok artık; herkes yeni
iletişim olanaklarıyla, dakikasında her
yere ulaşabiliyor.

Siz artık İstanbul’un ötesinde yavaş
yavaş dunyanın merkezine doğru gidiyorsunuz.

Benim icin bunların hepsi birer
surpriz, duşunduğum, hedefl ediğim
şeyler değildi. Gölgesizler’in Almancaya
cevrilmesi, o bile bir tesaduf. Peşinden
şimdi bu yıl sonunda Gölgesizler
Finlandiya’da, Hollanda’da, Fransa’da,
İtalya’da, İspanya’da ve G. Kore’de de
yayımlanmış olacak. Yani yedi dile cevrilmiş
olacak. Bilmiyorum, ben hala şaşırıyorum.

Çok emek sarf ettiniz, bunlar sizin
emeğinizin karşılığı değil mi?

Öyle, ama yine de benim hic duşunmediğim,
hedefl emediğim bir şey.
Gölgesizler’den ne alacaksam bu romanı
yazarken aldım. Bunlar sonuc.
Kitaplarınız hic yayınlanmasa idi,
gene yazmaya devam eder miydiniz?
Yazardım sanıyorum. Başka turlu
ben kendi gözumde kendimi kabul edemezdim.
Asıl önemlisi bu… Yazmamayı
da denedim diyebilirim. İlk iki kitabımı
kendi paramla bastırmıştım biliyorsunuz.
Ucuncu kitabı aynı şekilde yayımlamayı
göze alamadım ve o yıllarda
yazmayı bırakıp edebiyatla ilişkimi okur
olarak surdurmeye karar verdim. Ne var
ki elime hakim olamadım ve ben yine
yazdım. O zaman da Yalnızlıklar’ı yazdım.

Yalnızlıklar’ın oyuna dönuşturulmesi
fi kri nasıl ortaya cıktı?

Benim hayatım tümüyle tesaduf,
belki yazdığım şeyler de birer tesadüf.
Hollandalılar ile Türklerin birlikte kurdukları
bir tiyatro Amsterdam’da bulunan
Teatr Rast. Oradaki yönetmenlerden
Celil Toksöz Turkiye’ye geldiğinde,
Antakya’da bir kitapcıya girmiş ve kitapcıda
ilk gözune carpan Yalnızlıklar
olmuş. Daha doğrusu benim adımın
sevimsizliği olmuş. Ve kitapcıya kitabı
alıp gostererek, “Hasan Ali Toptaş, bu
ne berbat bir yazar adı” demiş. O da;
bu gunlerde Antakya’da en cok sattığım
kitabı tutuyorsun elinde, demiş. Ve o kitabı
satın almış, merak etmiş, okumuş,
okuyunca teatral ögeler bulmuş. Burada
tatilde iken, zihninde onu sahneye taşımaya
başlamış. Ve kitabı satın aldıktan
iki yıl sonra Hollanda’da sahnelediler.
Hollandacaya cevirttiler. Benim, bizim
Kırşehirlilere, daha cok da Neşet Ertaş’a
benzettiğim Viktor Bottenbley oynuyordu.
Yani böyle tesadufen sahnelendi.
Dolayısıyla ben hayatımda ilk kez yurt
dışına cıktım, Amsterdam’a gittim. Promiyere
davet ettiler, bir hafta orada kaldım.
Oyunu izledim. Tepkileri gördum.
Guzeldi. Hani az önce söylediğim şeyle
bağlantı kurarsak; yazmaktan vazgectiğim
bir zamanda yazdığım şey, böyle
bir sonuca dönuştu. Hollanda’da, Amsterdam,
Rotterdam gibi değişik şehirlerde
beş ay kadar sahnelendi. Gecen yıl,
Turkiye’de Mahir Gunşiray onu tek kişilik
oyun olarak Turkce sahneledi. İki ay
sonra, Haziranın 21’inde de Almanya’da
Bonn Bienali kapsamında yine Mahir
Gunşiray onu orada sahneleyecek.
Almanca alt yazı gececek. Almancaya
cevriliyor şu anda alt yazı icin. Ben de
orada olacağım. Haziran’da ayrıca Hamburg
Universitesinde de bir konuşmam
olacak.

Aslında, coktan beri edebiyatın ortasındasınız.

Belki, orada şoyle bir cumleyi söylemekte
yarar var. Edebiyatın kendisi
merkez zaten.
Yazdıklarından para kazanan, gecimini
sağlayan yazarlar var. Siz de bu surece
girmeye başladınız mı?
Pek değil. Ben öyle cok satan biri
değilim. Yani bazı yazarlar gibi cok satan
biri değilim. Ama işte bu söyleşiyi yaptığımız
evi Gölgesizler’in cevirileri ile
satın aldım diyebilirim. Yoksa ben memuriyetten
emekliyim biliyorsun. Maliye
Bakanlığında icra memuruydum.
Oradan emekli oldum. Yani gecimimi
surdurecek ölcude kazanmıyorum. Örneğin
emekli maaşım olmasa kötu olurdu.
Neşet Ertaş’tan bahsettiniz, iyi bir
muzik dinleyicisi misiniz?
Sanırım. Yani Turk Sanat Muziği
diye nitelenen o muziği ve Turk Halk
Muziğini cok iyi takip ettiğimi söyleyebilirim.
Cok dinliyorum. İyi bir arşivim
var aslında.

Yazarken mi yoksa kitap okurken mi
dinliyorsunuz?

Yok, yazarken dinlemiyorum.
Okurken de dinlemiyorum aslında.
Muzik dinlemek ayrı bir şey diye duşunuyorum.
Yazarken ya da okurken fonda
muzik olursa o zaman bir şey eksik
olur gibime geliyor. Yazmamı etkilemezdi.
Hayat bana o kadar imkan tanımadığı
icin, yandaki evin bahcesinde duğun
yapılıyor olsa da, televizyon acık olsa da,
ev halkı televizyon izliyor olsa da yazmak
zorundayım. Onlara alışmışım.

Peki, sinema ile aranız nasıl?

İyi bir sinema izleyicisi değilim.
İşte beş yıl önce oğlumun sayesinde, o
bir sinema tutkunu olduğu icin, onun
sayesinde bazı şeyleri izlemek zorunda
kaldım. Guzel keşifl erdi tabii. Örneğin
Emir Kostarika’yı o bana tanıtmıştır.
Ya da nedir, Otomatik Portakal’ın yonetmeni
Stanley Kubrick. Bircok iyi
yönetmenin eserleri ile oğlum sayesinde
tanışmışımdır.
Harfl er ve Notalar kitabınızda resim
yaptığınızdan bahsetmişsiniz. Biraz
anlatır mısınız?
Resim tutkum var. O cocukluktan
beri var olan bir şeydir. Yani kara kalem
calışırım, elimde birkac tane calışmam
var. Bir ara yağlı boya da calışmıştım,
ama elimde hicbiri yok. Bazı arkadaşlarımın,
dostlarımın evlerinde tablolarım
vardır.

Resim, yazmanın arasına giren bir
şey miydi?

O donemde nasıl vakit buluyordum,
Ankara’da yaşıyorken de calıştım,
bilmiyorum. Bir ara vakit buluyordum
demek. Hatta bir ara kitap kapakları da
hazırladım. Alain Robbe Grillet’in Enstantaneler
diye bir kitabının kapağını
ben yaptım. Saliha Yadigar’ın ilk öyku
kitabının kapağını ben yaptım. Böyle
kitap kapakları da yapıyordum.
Herhangi bir muzik aleti calıyor musunuz?
Keşke calabilseydim. lise yıllarımda,
bir ara bağlama calmaya calıştım,
öğrenemedim. Yedi sekiz yıl once Uykuların
Doğusu’nu yazmaya başlarken
doğum gunumde oğlum Mızıka armağan
etti ama onu da calamadım. Uykuların
Doğusu’ndaki kahramanlar da
calamadılar gerci, mızıka elden ele gezdi
durdu…

Hasan Ali Toptaş karalama yazsa
gene okunur dediğimiz zamanlar oluyor.
Bu olabilir mi?

Hayır hayır… Benim attığım sayfalar,
yani karamalarım okunacak gibi
değildir. Yani okunaklıdır, dolmakalemle
ince ince, özenle yazılmışlardır ve
pek karmaşık değildirler ama hamdırlar.
Kitaba dönuşunceye kadar defalarca değişirler.

Rumen yazar Cioran icin, dunya goruşunun
ve butun sayıklamalarının kokeninde
uykusuzluk hastalığından mustarip
olduğu Sibio geceleri vardır denilmekte.
Peki, sizin yazma kökeninizde “zaman”
kavramı var denilebilir mi?

Söylenebilir, bu baştan beri bende
vardı. Hatta öykulerimden birinin adı
Zaman Kimi Zaman. Ki bu öyku sanıyorum
1989’da yazıldı. Onda busbutun
yoğunlaşmışım zaman kavramına,
zamanı irdelemeye. Baştan beri var olan
bir şey. Galiba seviyorum da. Mesela, bir
iskemleyi de zaman olarak algılamak benim
hoşuma gidiyor.

Sizin yazdıklarınızda, bildiğimiz
eşyalar şekillerini kaybedip, yeni bir form
alıyor.

Evet. Galiba boyle de yapmak gerektiğini
duşunuyorum. Dostoyevski’nin
buna benzer bir sözu vardır. Önce, hani
o kimya laboratuarında deney yaparcasına
bulandırmak gerekir, sonra o bulanıklıktan
netlik cıkartılmalı, der. Oyle
olması da gerekiyor diye duşunuyorum.

Kitap isimleriniz cok ilginc. Onların
romanı butunlediğini soyleyebilir miyiz?

Söyleyebiliriz. O adları cok zor
buluyorum. Gercekten zor buluyorum.
Romanın kendisini yazmaktan daha
zormuş gibi geliyor kimi zaman. Aramaktan
bıktığım ve yahu bu kez de bu
romana bir numara versek ne olur, dediğim
zamanlar oluyor.

Kendiliğinden gelen bir şey değil
yani?

Yok, kendiliğinden gelen bir şey değil.
Cok kıvranıyorum. Gercekten cok
zorlanıyorum adları bulurken.

Gölgesizler, olmayan bir şeyin değilini
almak. Sonsuzluğa Nokta imkansız
bir şey.

Sonsuzluğa Nokta komik bir isim
aslında. Az once sizin de dediğiniz gibi
trajik bir ad.

Yalnız biri olduğunuz soyleniliyor.
Kitaplarınızdan yalnızlık sızıyor. Bu bir
tercih mi yoksa yazmanın bedeli mi?

Yalnızlık tercih ettiğim bir şey. Benim
kimyama, dunya algıma denk duşen
bir şey aslında. Bazen de sıkılıyorum
tabii. İnsan bir insanın sıcaklığını arıyor,
birisi ile yarım saat sohbet etmek, birisine
dokunmak istiyor. Bazen kendimi
cölde hissediyorum. Bazen de yalnızlığa
şukrediyorum. İsyan etsem de, bu tercih
ettiğim bir şey tabii. Ankara’ya, Kızılay’a
gidebilmek varken, iki ay evden hic cıkmadığım
zamanlar oluyor.

Yaşadığınız yer cok guzel.

Guzel ama insanlarla iletişimim
yok. Bir ilk romanını yayımlayan öykucu
dostum Ethem Baran var yakınımda.
Yuruyuşler yapıyoruz onunla kimi
zaman. Bazen Goksu’da yuruyoruz. Bizimki
spor değil de edebiyat yuruyuşleri
oluyor. Eskiden Faruk vardı. Komşuyduk.
O artık yok, İstanbul’da. Ceyrek
yuzyıllık arkadaşım Cemil Kavukcu da
yakınımda oturuyor ama onun bir ayağı
İstanbul’da.

Kendi cağdaşlarınızı okuyor musunuz?
Ben, İhsan Oktay Anar’ı severek
okuyorum.

Var, benim de severek okuduğum
cağdaşlarım var tabi ki, ama hepsini değil.
Ben de İhsan Oktay Anar’ı okurum.
Orneğin Latife Tekin’i, benden sonraki
kuşak sayılır, Faruk Duman’ı okuyorum.
Ethem Baran’ın öykulerini cok seviyorum.
Ben genelde edebiyatın gidişatından
memnun biri değilim. En azından
dil acısından memnun değilim. Ya da
sektörun bu kadar genişleyip endustriye
dönuşmesi, sanayi mamulu uretircesine
calakalem olması hic hoşnut olduğum
şeyler değil.

Postmodernizm’e gelirsek, sizin icin
postmodern yazar diyebilir miyiz?

Bilmiyorum, öyle diyorlar ama
postmodernizme karşı direnen yazar da
diyorlar. Bin Huzunlu Haz icin yazılmış
bir yazı var. “Postmodern Darbeye
Direnen Roman” yazının başlığı. Ya da
başka bir eleştirmen postmodern modernist
diyor. Yani tum bunlar aslında
yazarın, yapıtın dışında olup biten
şeyler; etiketlendirmeler, kategorize
etmeler, bunlarla pek de ilgili değilim.
Aslında, postmodernizmi herkesin anladığı
gibi de anlamıyorum. Ne bileyim,
postmodernizmin ögeleri sayılan ust
kurmaca, metinlerarasılık, buna benzer
ögeler bana hic de yeni şeyler gibi gelmiyor.
Cervantes’i, Sterne’i duşunduğumde,
bunların daha önce de yapıldığını
göruyorum.

Parcalardan butune gitmek, detayların
birleşimi ile oluşan bir anlatım mı?

Edebiyattaki postmodernizmle
başka şeyleri, diyelim kureselleşme adı
verilen şeyi birbirine karıştırmamak gerektiğini
duşunuyorum ben. Öcu gibi
görulmesini hic anlamıyorum. Ne sevimli
ne de sevimsiz, o mesafede durulması
gerektiğini duşunuyorum.

Şu noktada yazar oldum, benim kırılma
noktam budur diyebildiğiniz eseriniz
var mı?

Bu cok zor. Ama ben öykulerimi de
seviyorum. Onların yazıldığı ve yayınlandığı
dönemde kimse bir şey anlamadı
gerci. Sahiden kimse bir şey anlamadı.
Hangi öykumden, romanımdan sonra,
o kırılma noktası dediğiniz şey oldu
bunu bilmiyorum. Yazmaya calışıyorum
hala. Şimdi, yeni romanımın ilk sayfalarındayım.
Nasıl telaşlıyım. Roman
hakkında hicbir şey bilmiyormuşum
duygusu icindeyim. Ve mumkun değil
ben bu romanı yazamayacağım korkusu
icindeyim. Boyle bir şey. Acıkcası, yazar
oldum duygusuna pek yakın biri değilim.
Hala olmaya calışıyorum. Aslında
bu da yanlış; yazar olmaya değil, iyi romanlar
yazmaya calışıyorum.

Roman yazmak icin kurslarda teknikler
verilir. Sizin de kullandığınız boyle
bir tekniğiniz var mı?

Ben onları hic bilmiyorum. Bunun
bir şablonu olsaydı herkes yazardı
herhalde. Ve ben o tur anlatılmasına da
karşıyım ayrıca. Öyle kitaplar da var,
evet. Roman nasıl yazılır, neler yapılması
gerekir, bilmiyorum. Ben butun
bunların anlamsız olduğunu duşunuyorum.
Roman, romanı yazarken romandan
öğrenilir gibi geliyor. Yani, insanı ya
da yazarı hicbir şey kendi yazdığı kadar
iyi eğitemez. Belki o dışta oluşturulan,
paketlenen bilgilerin de yararı olur ama
bence cok önemli değil.

Yeniden öyku yazmayı duşunuyor
musunuz?

Vakit bulabileceğimi sanmıyorum.
Var, oyle aklımın koşesinde oyku cekirdekleri
var. Onları yeşertmem gerekir,
yazmam gerekir. Onları duşunuyorum
ama roman cok enerji, cok mesai isteyen
bir şey. Romandan vakit bulabilir
miyim, bilmiyorum.

Herkesin okuduğu değil de, daha cok
edebi birikimi olanların okuduğu bir ya
zar olduğunuzu soyleyebilir miyiz?

Bir ölcude doğru galiba bu. Yine de
emin değilim.

Bin Hüzünlü Haz’da denediğiniz
yarım bırakılmış cümleleri başka romanlarınızda
denemediniz. Bu o kitaba has
bir şey miydi yoksa okuyucuya mı guvenemediniz
yeni denemeler icin?

O kitaba has bir şeydi. Bin Hüzünlü
Haz’ın ilk bölümü, o romanın aklı,
mantığı ve mimarisi onu gerektiriyordu.
Cunku orada kayıp bir kahraman,
cağımızın karmaşasında kaybolmuş bir
kahramanının sadece sesi geliyordu. Sesi
gelirken havada parçalanıyor, şehrin görüntüleri
apartman bloklarına carpıyordu,
icinden tramvay geciyordu, otobus
geciyordu. Yani, cumleler, kelimeler bozuluyordu,
harfl er eriyordu, yok oluyordu.
Cumlenin yarısı gorunmuyordu. O
acıdan mantıklı bir şey. Hem de okura,
daha başlangıcta, ilk bolumde, ey okur;
şimdi böyle bir durumdayız diyen bir
şeydi.

Bilim kurguyu sevmediğinizi biliyorum,
ancak kitaplarınızın konusu gunluk
hayat olmasına rağmen genel yapısında
bilim kurgunun verdiği duygu var.

Bin Huzunlu Haz’ı bilim kurgu
kategorisinde inceleyen universite öğrencileri
de oldu.

Sizi okurken, zamanın kıyısında dolaşıyor,
gelecek zamandaki insanlarla ışık
hızında yolculuk ediyormuşum hissine kapılıyorum.

Sezgisel bir şey, benim o kadar da
bilincle yaptığım bir şey değil.

Edebi olarak bulunduğunuz yerden
memnun musunuz?

Bulunduğum yerden memnunum.
Ben burayı bile beklemiyordum. Bunu
bile umut etmiyordum. Benim en buyuk
dileğim şu olmuştur; yazdıklarım
kitap olarak yayımlansın, yeter. Yani yuz
tane basılsın, umurumda değil. Ama kitap
olarak basılsın.

İz bırakmadan silinip gitme cesaretini
gostermiş olan insanlara derin saygı
duyduğunu soyluyor Cioran. Yazmanın
temelinde bu mu var?

Muthiş bir şey bu cumle. Oldum
okuyunca. Zamana iz bırakmamak. Ne
var ki, iz bırakacak kadar zayıf ve caresiziz.
Bu cok trajik bir şey.

Eleştirileri ne kadar dikkate alırsınız?

Aslında bu sorudan yola cıkarak,
ulkemizdeki, edebiyattaki eleştiri kurumu
hakkında konuşmak gerekiyor sanki.
Eleştiri yok ki. Eskiden okuduğum
eleştiri yazılarını özluyorum. Yani 20
yıl önce sahiden tat alarak okuyorduk.
Şimdi tanıtım yazılarına eleştiri yazıları
deniliyor. Artık indirgendi oraya. Pek
eleştiri yok. Ya da, cok az… Hakkımda
yazılanlara gelince, bazılarından gercek
ten yararlanıyorum. Hatta romanda ne
yaptığımı, o roman hakkında yazılan
eleştiri yazılarından anlıyorum bazen.
Orneğin Yıldız Ecevit’in Bin Huzunlu
Haz icin yazdığı, kitap sayfası ile 45 sayfa
tutan yazı, hani neredeyse romanın
yarısı kadardı. Ben o yazıyı okuyunca,
Bin Huzunlu Haz’da neler yaptığımı
fark ettim. Edebiyatı aklın menzilinde
yapılan bir şey olarak kabul etmediğim
icin, ben yazdığım şeyin tumune de vakıf
değilim. Vakıf olunmaması gerektiğini
de duşunuyorum. Yani ilk cumleden
son cumleye kadar aklın egemenliği
surmemeli. Akıl ile sezgi at başı gitmeli.
Yer yer sezgi egemen olmalı. Yer yer
akıl… Bazen olumsuz yazılar da cıkıyor.
Onlar da olacaktır. Yazıp yayımlattıysak,
olumsuz eleştirileri de göze almışız demektir.
Orada, artık yazarın susması gerekir.
Son cumleyi yazdıktan sonra yazar
ne derse desin bir hukmu yoktur. Roman
konuşmaya başlamıştır. Ve onu asla
kimse susturamaz. O uzun sure konuşacaktır.
Ya da, hic konuşamayacaktır.

İyi bir eleştiri özlemi duyuyor musunuz?

Duyuyorum, bu ulkeden Nurullah
Atac, Adnan Benk gecti… Sonra Fethi
Naci gibi bir eleştirmenimiz var. Öyle
kocaman kocaman isimler bunlar. Yani
ben, Fethi Naci’nin yazılarını ozluyorum.
Nurullah Atac’ın yazılarına yeniden
baktığımda cok şaşırıyorum. Keşke
Adnan Benk hala yaşıyor olsa, yazıyor
olsa diyorum… Bilmiyorum. Eleştiri
acısından cok zayıf bir donem.

Eleştiri yazılarını yazarlar mı yazmalı,
yoksa başka turlu mu olmalı?

Gercekte, eleştiri farklı bir şey. Eleştiriyi
eleştirmen yapmalı bence.
Glgesizler sinemaya aktarılacak. Bu
konuda biraz bilgi verebilir misiniz?
Senaryo calışması gecen yıl şubat
ayından beri suruyordu Gölgesizler’in.
Senaryoyu Umit Unal yazdı. Ben de cok
beğendim gercekten. Mayıs ayının ilk
haftasında cekimler başlayacak. Yapımcı,
Hakan Karahan.

Son soru, her sabah buraya gelip calışmaya
mı başlıyorsunuz?

Sabahları, kızım kacta uyanırsa
artık, onu anneanneye teslim ettikten
sonra, buraya geciyorum. Burası da henuz
cok yeni, uc aydan beri var. Benim
yazı-evim…

Cok teşekkur ederim.- Sofya Kurban

Sosyal medyada paylaşın!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir