Şener Şükrü Yiğitler : ALTINI BEN ÇİZDİM (Sayı:60)
Özet
Türk Edebiyatı’nda intihar en önemli temalardan biridir (ingilizcesi: …is one of the most important…). İntiharın basit bir kendini öldürme eyleminden estetik bir tavra evriminin belli aşamalardan geçerek edebiyatımızın ve modern kültürün protest bir tavrına dönüşmesi dikkate değer bir durumdur. Abdülhak Hâmid Tarhan’ın tiyatrolarında derin bir trajedi sonucu hayatına son veren karakterlerden, Hasan Ali Toptaş’ın, 1994 tarihli Gölgesizler’indeki köyün muhtarına kadar kurmaca karakterlerin ve hatta Beşir Fuad’dan, sanat ve edebiyat dünyamızın çağdaş isimlerine kadar sanatçı ve yazarların intiharları özel birer vaka olarak her zaman ilgi çekmiştir.
Ancak bunun çoğunlukla dışarıdan bakılan, korkulan, uzak durulması gereken veya tersi bir yaklaşımla, hayranlık uyandıran, ikonlaştırılan bir edim olarak ele alınması intiharın bizde, Batı Edebiyatı’nda olduğu gibi doğru şekilde çözülüp anlaşılmasının önüne geçmiştir. Edebiyatımızda “Müntehirler” adını verebileceğimiz bir grubun varlığı okurlarda ve araştırmacılarda tedirginlik, tekinsizlik (“Uncanny”nin balını da böyle emerim) ve tereddüt uyandırıp, genellikle yasaklı, sansürlü bir alan yarattığı ve konuyla ilgili birçok çalışmanın da bu sakıncalı zeminde dolaşmaya cesaret edemediği aşikârdır (200 kelimeye az kaldı, köpürtmeye devam). Şimdiye kadar yapılan az sayıda çalışma (Allah sizden razı olsun), konuyu birer psikolojik ve sosyolojik vaka olarak ele almanın ötesine geçmediği gibi, (böyle avcunuzu yalarsınız!) karakterleri intihara sürükleyen sebeplere odaklanarak, anlatılardaki her türlü adi ve sıradan ayrıntıyı intihara giden yolda birer semptom olarak görüp, bunun tespitiyle yetinmişlerdir. Edebiyatın bir yaratım olarak oyunsu yanını ihmal eden bu çalışmalardan farklı bir tutumla, yazarların karakterlerine bir çıkış yolu olarak işaret ettiği intiharın, temelde bir cinayet vakası şeklinde ele alınması gerektiği (buluşa gel!) düşüncesinden hareket ederek, toplumla ve kendiyle hesaplaşmaya ilk kendini yok etmekle başlayan “Müntehirler” in, edebiyatımızdaki konumlandırılamayan yerini saptamaya çalıştık (biz yani; işte ben, Arap İsmail, Joker Kâzım, malı ondan alıyorduk).
Bu çalışmada Türk Edebiyatı’nda intiharın edebiyattaki yansımaları, edebiyatımızda yeterince işlenmemiş bir tema olan cinayet kapsamı içinde incelenecek; Batı ve Türk edebiyatlarındaki farklı ve benzer izdüşümleri üzerinden karşılaştırılacaktır (karşılaştırmak bizim işimiz).
Anahtar Kelimeler: İntihar, cinayet, Türk Edebiyatı, Batı Edebiyatı, (son ikisi doldurma oldu; ‘müntehirler’ yapılabilir ve/veya ‘sui homicidius!’)
Batı’da “Sui Homicidia”
Yardoç, başlığı attı ve derin bir nefes aldı. Yazar tıkanıklığı denen şeyi oldum olası bilmezdi. Bir solukta “kopyala” panelinde ne varsa “yapıştır” komutuyla beyaz sayfaya sıvadı. Kendini en iyi kartonpiyer ustasından daha mahir görüyordu bu konuda. Daha şimdiden üç buçuk sayfalık malzeme çıkmıştı. Prof oldum diye gerinme, Yardoç kaldım diye erinme! Böyle beş on yazı daha patlatırsam ensenizdeyim ulan!
Sonra yazdıklarına göz gezdirdi. Aralara Latince cümleler serpiştirdi. Latinizm iyidir. Latinizm candır. De te fabula narratur. Ne anlatıyorduk? Burada tıkandı. Kalkıp neskafe yaptı, sigarasını yaktı. Neskafenin çakralarını açmasını bekledi, idrar yolları önce davrandı. Tuvalete gitti; alaturka usul, kayısı kıvamında bir operasyon. Tuvalete bir pisuar taktırmak istiyordu. Bir değil, iki olmalıydı ki araya paravan da girsin, gerçek bir erkekler tuvaletine benzesin. Tuvalete her girdiğinde pisuarlarına, paravanına bakarak doğru yerde, evde, yuvada olmanın huzuruyla dolup boşalsın. Sonra duvarlarını tuvalet yazılarıyla doldurmak vardı aklında; en eğlencelisinden en galizine küfürler, muazzez ve mukaddes aforizmalar, belden aşağı meydan okumalar, bilinçaltı teklifler, şehirlerarası telefonlar… Bulgaristan’daki bir sempozyumda kullandığı pisuarın paravanına çizdiği cetvel ve cetvelin en ucundan ok çıkararak gösterdiği ‘Turkish Power!’ yazısı aklına geldikçe Bulgar meslektaşlarının bu şaheseri görüp görüp hasetlerinden çatladığını, ellerindekine bakıp bir süre sonra moral bozukluğuyla pisuar değiştirdikleri, bir daha akıllarından çıkaramadıklarını, depresyona girip intihar ettiklerini hayal ediyor, keyifleniyordu. Bildiri dediğin işte böyle olurdu!
Aynaya şık bir göz kırpış ve elle tabanca hareketinden sonra çıktı tuvaletten, oturdu bilgisayarın başına. Müntehirler listesine bir daha baktı: Thomas Chatterton, Heinrich Von Kleist, Gerard De Nerval, Paul Lafargue, Stefan Zweig, Virginia Woolf, Vladimir Vladimiroviç Mayakovski, Sergey Aleksandrovich Yesenin, Ernest Hemingway, Cesare Pavese, Sylvia Plath, Vincent Van Gogh, Georg Trakl, Kurt Tucholsky, Walter Benjamin, Marina Ivanovna Tsatayeva, Ernst Toller, Antonin Artaud, Jacques Rigaut, Harold Hart Crane, Karin Maria Boye, Attila Jozsef, Arthur Koestler, Osamu Dazai, John Berryman, Primo Levi, Paul Celan, Stig Dagerman, John Kennedy Toole, Anne Sexton, Penio Penef, Jerzy Kosinski, Boris Harloff, Kurt Donald Cobain… Van Gogh’un eski kulağı kesiklerden olduğunu duymuştu daha önce ama intihar ettiğini bilmiyordu. Şaşırdı buna. Hem kulaksız hem ünsüz olmaya daha fazla dayanamamışsa demek ki… Bilinç akışı yöntemi bahsi her açıldığında adını anmanın şart olduğu Virginia Woolf dışında listeye fazla aşina değildi. Ernest Hemingway cepteydi, tamam, diğerleri de kulaksız ressam gibi üne kavuşamadıkları için canlarına kıymışsa demek ki… Ondan tanımıyoruz herhalde. Sonra elindeki kitaptan bir paragrafı evirip çevirerek şu şekle soktu:
“İntihar eden sanatçıların arasında haritası henüz tam çıkarılamamış bir şebeke vardır adeta. İntihar, insanlığın ortak bilinçaltının arka sokaklarında akan bir ark gibidir ve akışın devamı için en bereketli bilinçler seçilir. Farklı zaman ve mekânlarda yaşamış olsalar bile bütün müntehirler özgül duyarlılıklarıyla birbirlerinin zamansız ve mekânsız havuzuna akmışlardır.”
Peh peh peh! Aradaki yedi farkı bulun bakalım!
Türk Edebiyatı’nda Müntehirler: Ölümün Yatağında Akan Nehirler
Attığı başlığı beğendi. Başlık dediğin böyle olmalıydı. Reklam gibi, slogan gibi! En kral makale başlıklarını düşündü: Anlatı ve Zaman: Saatin Tiktakları, Romanın Taktikleri. Şarkı sözü gibi, tekerleme gibiydi! Kalbim atıyor tiki tak tak! Doktorum ol da kendin bak! Adı Küçük Kendi Büyük Şeyler! Şuna bak bak, aşkım buyur burdan yak! Zemzeme’den Demdeme’ye Kalem Darbeleri!, Cumhuriyet’in Üç Romanı: Zaniyeler (1923), Sevişenler (1925) ve Nişanlılar (1937)! Bir alkış, kıyamet! Bir nümayiş, feveran! Yardoç’umuz omuzlarda! Topyekûn galeyan!
Ardından, Homo Academicus Dışı Konuşmacılara Sempozyum Sonrası Yüz Vermeyen Proflar Üzerine Bir İnceleme adlı bildirinin sunumu gelir. Aynı oturum içinde, İçeride Hıncını Alamayan Doçun İntikamı başlıklı bildirisini takdim etmek üzere Sayın Doç, ikramların etrafındaki kalabalığa doğru kan ter içinde seğirtir. Konuşmasını tamamladıktan sonra Katılımcıların Barınmasında Hiyerarşik Dağılım Sorunsalı: Otel Odaları bildirisinin keyfini çıkarmak üzere bir an önce üniversiteden ayrılan duayen hocamız yılların bilgisi, kalenderliği ve görmüş geçirmişliğiyle istirahata çekilir. Yabancı Ülkelerde ‘Yapmadan Ayrılmayın’ lara Deneysel Bir Yaklaşım, Akademinin En Gözde İlim İrfan Durağı: Amsterdam, Üniversite A.Ş.’nin Rüya Gibi Yurtdışı Turları ve dev bir ‘powerpoint’ sunumu eşliğindeki Yurtdışında Hediyelik Eşya Çalışmaları başlıklı bildiriler aynı oturumda tebliğ edilir. Araştırma Ödeneği Alamayan Yardoç İçin Japon Pasajında Altı Gezinti adlı bildirinin yazarı Sayın Yardoç son anda mazeret bildirerek aramıza katılamadığından, Okulun Mail’ini Yılda İki Kez Feys’i Her Gün Kontrol Eden Hocaya Mektup: O Bir Bilim Savaşçısıydı, Gaziantep’te Söylenecek Yemeklerin Bibliyografyası ve Fiş Alabilir Miyim? ve Acılı Olan Hangisiydi: Adana mı Urfa mı? bildirilerinin sahibi olan hocalarımıza fazladan onar dakika eklenir.
Yardoç el kaldırdı. Panel başkanı kendisine işaret ederek, “Evet, hocamıza uzatalım!” dedi. Panele katılanlar sorunun kime geleceğini nefeslerini tutarak beklediler. Yardoç, mikrofonu aldı. Parmaklarıyla tıklatıp şöyle dedi:
“Öncelikle, bu değerli sunumlarınız için konuşmacılarımıza teşekkür ediyorum. Gerçekten çok faydalı bir panel oldu. Hocalarımın yanında haddim olmadan söz aldım ama. Ben şahsen şöyle düşünüyorum: Karşılaştırma biraz da karşılaşma değil midir? Yani, şunu demek istiyorum. Mesela burada, gerek burada gerek başka sempozyumlarda yabancı meslektaşlarımızla da karşılaşıyoruz. Soruyoruz, karşılaştırıyoruz. Bir hoca ders mi versin, öğrenci mi yetiştirsin, makale mi yazsın, araştırma mı yapsın? Türkçemizde, bir laf mesela, ‘vakit nakittir.’ İngilizlerin deyimiyle, ‘mani iz taym!’ Burada iki dil birbirini tam karşılıyor. Sorun yok. Ama hep böyle olmuyor. Şimdi bu karşılaştırmalı edebiyat çalışmalarında dil bilmek büyük bir mesele. Adamlar, ‘it iz reyning ketz end dogz’ diyor, şimdi bunu ‘kedi köpek yağıyor,’ diye mi anlayacağız? Bu böyle olmaz. Bunlar birtakım ‘handikap’ lar. Diğer yandan, doçentlikte yabancı dil şartı var. Kimisi var, üdesede, kapedesede bir türlü gerekli puanı alamıyor. O zaman öğrenci de soruyor: ‘Hocam, blok mu yapacaksınız, ara mı vereceksiniz?’ İşte bunun cevabı yok. Sayın Prof hocamın düşüncelerini almak istiyorum. Çok teşekkür ederim.”[1]
Nefesler bırakıldı. Gözlüklerinin üstünden bakarak astını tartan Prof, sorunun kendisine sorulmasından memnun, koltuğunu çatırdatarak kıpırdandı. Yardoç, üstleriyle tıka basa dolu salona kendini göstermiş olmaktan memnun, arkasına yaslandı. İngilizce veya hangi zıkkımsa, bir yabancı dil bilmek zorunda olmadığını isyan ederek haykıran hocalar hep beraber “Dil Öğrenme Sorununa Son: Yeminli Tercümanlar” başlıklı bildirinin üstüne el basıp yemin ettiler. Panel başkanının sürenin aşıldığını ve öğle arasına girildiğini üç el sıkarak ilan etmesiyle oturuma ara verildi ve“Konya’da Ne Yenir: Etli Ekmek mi Kuzu Tandır mı?” başlıklı bildirisini dinlemek üzere mihmandar hocanın peşi sıra gittiler.
Sonuç Yerine
Bir başkasını öldüren bütün insanlar Kabil’in soyundan sayılıyorsa kendini öldürenler kimdir kimlerdendir, diye düşündü Yardoç. İlk intihar kimindi? Makalede iddia ettiğine göre intihar denen cinayeti ilk kim işlemişti? Elindeki kaynakları evirip çevirirken, intihar edenlerin Dante’nin cehenneminde mahkûm olduğu kata dair okudukları doğru muydu? Bu düşüncelerle uykuya daldı. Rüyasında, bulanık bir su birikintisinin başında buldu kendini. Sudaki yansımasına bakınca dehşetle donakaldı. Artık insan değil, iri yarı, primatımsı bir yaratıktı. Saçları kaşlarının hemen üstünden başlıyordu; alnındaki açıklık da gitmişti! Ellerini gözlerinin hizasınca kaldırdı, kıllı yüzüne dokundu. Kollarını yokladı. Pazıları taş gibiydi. Göğüslerini, abdominallerini elledi. Arnold Arnold! Tabii, içtiği yumurtalar bir anda yaramışsa demek ki… Sıkıp sıkıp poz verdi. Aklına gelince eli hemen apış arasına gitti. Bu ne lan! Bu ne rezalet! Bana derhal müdürünüzü çağırın! İstemiyorum kasınızı, gür saçınızı!
Sığ suların üstünde ayaklarıyla, uzun kollarıyla tepindi, çirkin görüntüsünü çiğnedi. Suyun yüzündeki görüntüsüyle sırılsıklam dövüşürken, arkadan gelen bir hamleyle devrildi, sırt üstü yere serildi. Kucağında kendi gibi bir yaratık oturuyordu. Kollarını sımsıkı tutmuştu.
“Sakin ol evlat, bütün suyu kirletiyorsun!”
“Sen kimsin be?”
“Ben…Sadullah Paşa.”
“Paşam siz?”
“Evet. İyi bildin. On Dokuzuncu Asır manzumesinin şairi.”
“Paşam bu haliniz?”
“Hepimiz maymun olduk. Bizler, büyük adamları maymun gibi taklit etmek, şekilden şekle girmek zorundayız.[2]”
“Aman paşam, o ne biçim söz, hem maymun değil, goril olmuşuz daha çok.”
Sadullah Paşa biraz bozulmuştu. Çabuk toparladı;
“Hepimiz bu maymunlar cehenneminde çilemizi dolduruyoruz.”
“Hepiniz burada mısınız paşam?”
“Bittabi! Ben, Şakir Efendi, Tokadizâde Şekib Bey, Galib Efendi ve zamane gençleri de var senin gibi. En son Boğaz’da köprüden atladığını söyleyen bir adam geldi sizden. Boğaz’da bir köprü olduğunu zannediyor. Vah vah, pek feci doğrusu! O da herkes gibi efendimizin imdadı için burada.”
Sadullah Paşa’nın çukura kaçmış, kapkara gözleri yaşarmıştı. Elini uzattı, Yardoç’u uzandığı yerden kaldırdı. İkisi birlikte suların içinden çıktılar. Yardoç işte o zaman ilk kez etrafına dikkat etti. Sanki başka bir dünyadaydı. Uzun burunlu, kısa bacaklı, tombul ceylanlar, göz alabildiğine uzanan bozkırdaki tek tük çalıları koparıp koparıp çiğniyor; bu boşluğa yabancı olduğu her halinden anlaşılan taze bir güneş son ışıklarıyla yaprakların, irili ufaklı, boz taşların, kayaların, bembeyaz hayvan kemiklerinin, bir çatlaktan fırlayıp diğerine akan kertenkelelerin kuyruklarının ve bozkırı saran kasvetli tepelerin üstüne uygun renkleri ayrı ayrı düşürmek için kendini zorluyordu.
“Neden buradayız efendim?”
“Bu defaki savaşı kazanmak için!”
“Hangi savaşı?”
Sadullah Paşa, su birikintisinin hemen dibindeki mağaranın ağzını dolanarak henüz güneşin bile keşfedemediği kadar siyah, boyu üçe bir, kalınlığı bir karış kadar taşı gösterdi;
“İşte bunun için! Hasımlarımız solucanlar, sülükler, yılanlarla dolu, şu mütekeddir, şu mülevves su birikintisi için mücadele ettiğimizi sanıyor ancak bizim asıl derdimiz bu!”
Monoblok taşın arkasında bir gölge fark eden Yardoç, başını uzatınca bilekleri kanlı bir başka yaratık daha gördü;
“Beşir Fuad!”
“Evet, velinimetimiz, efendimiz,” dedi Sadullah Paşa ve uzanıp başını Beşir Fuad’ın kucağına bıraktı. Beşir Fuad, Sadullah Paşa’nın kabarık tüylerini taradı, başındaki parazitleri ayıklayıp ağzına attı. Yardoç ikisi arasındaki bağlılığı, sevgiyi şaşkınlıkla izledi. Sonra, Sadullah Paşa Beşir Fuad’ın bileklerinden öperek doğruldu, saygıyla yanı başında durdu. Beşir Fuad, başı önünde, elindeki kocaman uyluk kemiğiyle toprağa bir şeyler çizerek konuştu;
“Bu bir devr-i daimdir Yardoç Beyefendi. Kurûn-ı Ûla’da gördüğün şu siyah, yekpare taş, insanlığın karşısına devasa uzay makinelerinin zamanında bir defa daha çıkacak. Beşeriyetin bidayetinde ve bir kez de nihayetinde âdemoğluna görünerek tarihi yeniden başlatacak. İşte bu sebeple buradayız. Bizler bu sebeple zavallı hayatlarımıza son verdik.”
Yardoç bir yandan parmaklarını üzerinde gezdirerek taşın etrafında geziniyordu.
“Bu taş neden bu kadar önemli?”
Sadullah Paşa, “Erişti evc-i kemâlâta nûr-i idrâkât!” diye başlamıştı ki, Beşir Fuad elindeki kemik sopayı havaya savurup geri yakalayarak paşayı susturdu. Başını hiç kaldırmadan devam etti:
“Medeniyet cehdini ikinci defa kaybetmememiz buna bağlı. Taşa yakından bakarsan dünya tarihi boyunca meydana getirilen bütün büyük eserleri, icatları, hakikatleri istediğin an temaşa edebilirsin. Taşı bu defa canımız pahasına müdafaa edeceğiz. Bizler, büyük adamları maymun gibi taklit etmek, şekilden şekle girmek zorunda olmayacağız artık!”
Yardoç, Beşir Fuad’ı işaret ederek, alayla kaş göz ediyordu paşaya.
“Onlar mı bizi taklit edecek? Yani onlar mı bizim yazılarımızla icatlarımıza atfedecek?”
“Evet. Bu defa onların silahlarıyla karşılık vereceğiz.” Kara kılları günbatımının kızıllığıyla laciverte çalan yaratık, elindeki kemikle toprağı gittikçe daha sert hareketlerle kazıyor, burnundan soluyordu. “Bir münevver olarak sen de bendensin, etimdensin, kanımdansın. Ve bundan böyle bizden çıkacak bütün hakikat,” dedi ve Yardoç’a bileklerini uzattı.
Yardoç büyülenmiş gibi simsiyah taşın etrafını dolanmaya devam ediyordu. Parmaklarıyla dokunduğu anda karanlık bir su yüzeyi gibi dalgalanan taşın üstünde şu yazılar belirdi:“Afrika’da gelişmiş bir mağara medeniyeti kuran, ancak dışarıdan gelen saldırılara, dünyanın kötülüğüne ve evrendeki entropiye daha fazla dayanamayarak ilk kez toplu intiharı seçen Tiborlar…”Aman Allah’ım! Yılda bilmem kaç yüz konferans, kaç bin makale, kaç milyon atıf sayısı demek bu taş! Var gücüyle abandı Yardoç. Monoblok taş bütün heybetiyle Beşir Fuad’ın üstüne devrildi. Toprağın üstüne sicim sicim kan ve paramparça etler saçıldı.
Sadullah Paşa bağırıyordu:
“Ne yaptın eçhel maymun, neden yok ettin kendini, neden!”
Yardoç taşın üstüne çıkmış, çılgınlar gibi haykırıyor, tepiniyor, sevinç çığlıkları atıyordu. O kadar kendinden geçmişti ki sertleştiği hissetti.
Bir anda gözleri açıldı. Karısı bütün yorganı kendi üstüne almış, Yardoç açıkta kalmıştı. Hemen elini donundan içeri daldırdı. “Turkish Power” sımsıkı, taş gibi, dimdik yerinde duruyordu.
[1]Yardoç, “Karşılaştırmalı Edebiyata Dair Bazı Dikkatler,” Karşılaştırmalı Edebiyat Sempozyumu Bildirileri, s. 334-378, 2013.
[2]“Flamineo’nun belirttiği gibi “büyük adamları maymun gibi taklit etmek” için “şekilden şekle girmek” zorundadırlar (White Devil, IV, ii, 244-45). Hiçbir zaman “kendileri” olmamak, hep başka bir şey, sahte ve aldatıcı olmak zorundadırlar: kişileşmiş birer alegori olarak sahneye çıkıp bir neşeli bir hüzünlü, rol kesmeye mecburdurlar. “Kölenin eylediği aslında efendinin eylemidir,” der Hegel: “ikinci” [bilincin] bu eylemi bizzat birincinin eylemidir.”Franco Moretti, Mucizevi Göstergeler, Çev: Zeynep Altok, s. 101, Metis Yayınları, 2005. (Altını ben çizdim.)
Bir cevap yazın