KARAMZOV KARDEŞLAR DOSYASI-AYLA ŞENEL (Sayı:66)
ROMANIN(*) KAHRAMANI KİM?
Dostoyevski Karamazov Kardeşler’in önsözünde okurlarına bir uyarı yapmak ihtiyacı hisseder; “Kahramanım Aleksey Fyodor Karamazov’un hayat hikâyesine başlarken duraksıyorum biraz. Nedeni de şu: Aleksey Fyodoroviç’i kahraman olarak alırken, onun hiç de büyük bir adam olmadığını pekâlâ biliyorum. Bu yüzden, “Aleksey Fyodoroviç’imizi ne gibi özelliklerinden ötürü kahraman seçtiniz? “Neler yapmış bu adam; nerede, nesiyle ün kazanmış?” “Ben bir okur olarak, onun hayatıyla ilgili bir sürü olay konusunda kafa patlatıp ne diye vakit öldüreyim?” gibi sorularla karşılaşacağım yüzde yüz.” Ve aynı önsözde devam eder: “En zorlusu da şu son soru… Çünkü bu soruyu ancak, “Bunu, romanı okuyunca anlarsınız!” diye yanıtlayabilirim, ama ya romanı bitirdikten sonra da, Aleksey Fyodoroviç’imde ne özellikler olduğunu görmez, kabul etmek istemezlerse? Üstelik bunun böyle olacağını şimdiden, üzülerek kestirebiliyorum. Bence bu adamda bazı özellikler var, ama bunu okurlara kanıtlayıp kanıtlayamayacağımdan pek emin değilim. Aslında belki de epeyce etkin olmasına karşın, yetenekleri gizli, karanlıkta kalmış bir adamdır…”
Yazar, bu sözleriyle, kitabı okuduktan sonra roman kahramanının Alyoşa olmadığını düşünecek okuyuculara, “Baştan beri haber verdim ya!” der. Ancak bir umudu vardır Dostoyevski’nin. Ona göre, “yansız kanılarında yanılgıya düşmemek için eseri sonuna kadar okumak isteyen ince okurlar” böyle düşünmeyecekler; bu kitabı ve hatta “yetenekleri gizli, karanlıkta kalan bir adam” dediği Alyoşa hakkında olacağını belirttiği ikinci kitabını sonuna kadar okumak isteyeceklerdir.
Dostoyevski zeki ve ileriyi gören bir yazar olarak böyle yapmakla okuyucuyu, dikkatli bir okuma sürecine davet etmekte; birçok kişinin seçtiği romanın başkahramanına itiraz edebileceği bu kitapta, ne yapmayı amaçladığı üzerinde kafa yormaya çağırmaktadır.
Kitaba, zihnimizdeki bu uyarıyla; ne kadar “ince” ve sonuna kadar giden bir okur olduğumuzu kanıtlama hevesiyle başlarız.
Toplam 1270 sayfalık romanın ilk cümlesi, “Aleksey Fyodoroviç Karamazov, on üç yıl önceki korkunç esrarlı ölümü bir zamanlar herkesin dilinde dolaşan (hatta şimdi bile aramızda unutulmamış olan) bölgemizin derebeyi Fyodor Pavloviç Karamazov’un üçüncü oğluydu” şeklinde çıkar karşımıza. Ancak cümlenin devamında Aleksey Karamazov (Alyoşa) değil baba Fyodor Pavloviç; ilk evliliği, bu evlilikten doğan oğlu Dmitri (Mitya) anlatılır. Alyoşa’nın gizli kalmış yeteneklerini görmeye anlaşılan daha çok zaman vardır. Diğer taraftan Mitya, serseri bir hayat yaşamış ve yaşamaktadır. Yıllar sonra, annesinden miras kalan ve o güne kadar parça parça kullandığı paranın bakiyesini tahsil etmek için geldiği köyünde, böyle bir bakiye kalmadığını iddia eden babasına karşı hiddetten çılgına dönmüştür. Yazar, Mitya’nın bu ruh halinin, adamın esrarlı ölümüyle yakından ilgili olduğunu söyleyip okuyucuya, bahsettiği cinayetle ilgili olarak, ipucundan daha öte bir bilgi verir. Demek ki olacaklar baştan bellidir. Biraz gevşeriz sanki… Ancak hemen ardından eklediği, “İşte bu durum romanımın, daha doğrusu romanın dış konusunu oluşturan facianın nedeni olmuştur” cümlesiyle, bizi yeniden kendimize getirir; buzdağının üzerine değil altına bakmamız gerektiğini bir kez daha hatırlatır.
Fyodor Karamazov’un ikinci eşinden olan çocuklarını anlattığı bölümde, daha çok Ivan Karamazov’dan bahseder ve nihayet tümüyle Alyoşa’ya ayrılmış bölüme geliriz. Yazarın bir dantel örercesine özenli anlatımına rağmen “ince” okumamız burada da Alyoşa’nın gizli kalmış yeteneklerini keşfetmemize yetmez. Fazlasıyla sıradan biridir o; cimnazyumu bile bitirememiştir. Okulu öylece bırakıp geldiği köyünde, babasının “Havaleli” diye nitelendirdiği annesinin mezarını görmekteki ısrarının altından da bir şey çıkmaz. Mezara sadece bir kere gitmiş orada aşırı bir duygulanma belirtisi göstermemiş, ardından da köydeki manastırda kalmak için babasından izin almıştır.
Sonrasında, romanda kendine yer bulan her bir olay ve ilgili karakterler hakkında açıklama ve çözümlemelerin yapıldığı; ayrıca birçok yan öyküyle bezenen kitaba kapılıp gideriz; farkında bile olmadan uyarılar aklımızdan çıkar gider. Bunun sorumlusu elbette Dostoyevski’dir; bir senfoni orkestrası idare eder gibi, elindeki batonu kâh bir grup, kâh diğer grup enstrümana doğru yöneltmekte enstrümanlardan hangisine sıra geleceğini; hangisinin öne çıkacağını kestiremediğimiz çoksesli bir müziğin içinde kendimizi kaybetmemize neden olmaktadır. Gruşenka’nın kendisini değil babasını seçtiğini zanneden ve kapıldığı hiddetten deliye dönen Dmitri, eline geçirdiği havaneli ile babasının evine doğru koşmaya başlamasa, Fyodor Pavloviç Karamazov’un bir cinayete kurban gideceğini bile unuturuz.
Bu olayın öncesinde Fyodor Pavloviç’in ahlak dışı davranış ve taşkınlıklarının, baba oğul Karamazov’ların âşık oldukları Gruşenka yüzünden birbirlerine düşmanlıklarının, Staretz Zosima’nın hayatının ve mucizelerinin, Dmitri ile nişanlısı Katerina İvanova arasındaki alacak borç meselesinin, Katerina’nın Ivan ve Dmitri arasında duygusal gelgitlerinin, Fyodor Pavloviç’in gayrimeşru oğlu olan sara hastası Smerdyakov’un tuhaf davranışlarının, Ivan Karamazov’un ağzından aktarılan Büyük Engizisyoncu öyküsünde Dostoyevski’nin Katolik mezhebini ve tanrıyı sorgulayan can alıcı fikirlerinin, İlyuşa ve yoksul ailesinin başına gelen üzücü olayların ve daha birçok şeyin peşinden, “niçin anlatılıyor?” sorusundan çok “ne anlatılacak?” sorusunun kuyruğunda sürükleniriz.
Dmitri’nin cinayet işleyeceği; daha doğrusu işlediğini sanacağı en heyecanlı bölüme geliriz. Dostoyevski’nin umut bağladığı “ince” okuyucu olmadığımız kompleksine kapılmamız için hâlâ bir neden yoktur. Çünkü buraya kadar sular seller gibi okuduğumuz romanı gayet iyi anladığımız ve bitireceğimize inancımız tamdır. Üstelik roman, bundan sonrası için bize daha büyük bir heyecan vaat etmektedir. Okuyacaklarımızın tadını alabildiğine çıkarmak istercesine kitaba bir süreliğine ara verip üzerinde düşündüğümüzde; Dostoyevski önsözde ne demiş olursa olsun, romanın başkahramanının Alyoşa değil Mitya olması gerektiğinde karar kılarız. Soğuk ve içine kapalı Ivan bile, zeki, filozof ve sorgulayıcı kişiliğiyle bu romanın başkahramanı olabilir -Büyük Engizisyoncu bölümünde o ne parlamadır öyle?- ama Alyoşa değil… Ağabeyinin fikirlerini çürütebilecek karşıt bir tez getiremeyen, konuşmanın sonunda ise İsa’yı taklit edercesine onu dudaklarından öpen Alyoşa değil…
Mitya tam anlamıyla bir Rustur. Rusların meşhur öfkesi ve hemen ardından gelen pişmanlık krizleri, öngörülmezliği, bonkörlüğü, kıskançlığı, düzen dışılığı ve bilinmeyene olan tutkusu onda fazlasıyla mevcuttur. Her Rus gibi iyi içicidir aynı zamanda…
Davranışları ve öngörülmezliği, Suç ve Ceza’daki bir cümleyi aklımıza getirir;
“Rus insanının, ruhu, tıpkı ülkesi gibi engindir; fanteziye ve dengesizliğe karşı aşırı eğilimli insanlarız biz…”(1)
Birçok Rus hikâyesinde erkek kahramana, “Kimsenin bilmediği yere git ve kimsenin bilmediği şeyi getir” görevi verilirmiş. Bu tuhaf maceraya atılacak kişiden istenen şey, yine oldukça tuhaf bir ipucuna (kimi zaman önünde yuvarlanan bir elma ya da bir yumak) tutunarak; gideceği yeri ve getireceği şeyi bulmasıymış derler. İşte Mitya böylesi görevler için biçilmiş kaftandır.
Tüm olumsuz yanlarına rağmen sempatiktir, duygu adamıdır, coşkuludur, gözünü bile kırpmadan düellolara girecek bir delikanlıdır. Yer yer ona kızsanız da, bir şekilde sevdirir size kendini.
Romanda, babasını öldürmek suçuyla sorguya çekildiği handa bir ara yorgunluktan olduğu yere kıvrılıp uykuya dalar. Uyandığında başının altına bir yastık konmuş olduğunu fark eder ve çok şaşırır. Kendisine dünyanın en büyük iyiliği yapılmışçasına bağırır:
“Yastığı kim getirdi? Kim bu hayır sahibi?”
Yastığı kimin koyduğu bulunamaz ama Mitya çok duygulanmıştır. Sorguculara dönüp, ne isterlerse imzalayacağını söyler.
İki kutup arasında savrulur durur. (Madonna-Sodom Sendromu) Bir yanıyla asil; diğer yanıyla aşağılık bir insan gibi davranabilir.
Örneğin; Katya (Katerina Ivanova) babası için ondan ödünç para almaya evine geldiğinde, ona sahip olmayı planlamaktadır. Kız da buna hazır olarak gelmiştir zaten. Ama tüm hayvani arzularına rağmen içinde var olan mertlik duygusu galip gelir Mitya’nın… Ani bir kararla kıza el sürmekten vazgeçer, parayı verir ve karşısında beline kadar eğilir. O anı küçük kardeşi Alyoşa’ya anlatırken;
“… Sonra doğrulup kaçtı. Kaçtığı zaman kılıcım belimdeydi; kılıcı kınından çekerek hemen orada göğsüme saplamak istedim. Bunun nedenini kendim de bilmiyorum. Coşkunlukla büyük bir aptallık yapmış olurdum tabii, insan bazen üstün bir coşkunluğa kapılarak kendini vurabilir, anlıyor musun?” der. Bu davranışıyla, bir anda, kibirli Katya’nın gönlünü çalmıştır.
Felsefi düşünceleri hiç de yabana atılır cinsten değildir. Alyoşa ile uzun bir sohbet yaptıkları sırada;
“Bak, göz önüne getir: sinirlerimizin, kafamızda, yani beynimizdeki sinirlerin… (hepsi cehennemin dibine ya!) bunların, sinirlerin demek istiyorum, birtakım ufak kuyrukları var; bunlar titreyip harekete geçti mi… Yani ben bir şeye gözlerimle şöyle bakarsam o kuyrukçuklar titremeye başlıyor… Titreyince bir hayal doğuyor, ama hemen değil, bir an, bir saniye filan geçince… sanki bir an… şey an değil, saçmalıyorum. Bir hayal ya da bir olay meydana geliyor, böylece ben görüyor, sonra da düşünüyorum. Bu kuyrukçuklar sayesinde; yoksa bendeki ruhun yardımıyla değil, Tanrı eli ile yaratıldığımdan değil, bunların hepsi saçma. Daha dün Mihayl anlattı bana bunları, ısındım bayağı. Enfes bir bilim bu, Alyoşa! Yeni insan türeyecek böylece, anlıyorum bunu. Ama ne de olsa Tanrıya yazık!”
“Buna da şükür,” şeklinde klişe ve konuyla ilgili yetersizliğini açıkça ortaya koyan bir söz söyler Alyoşa.
Dmitri onun tepkisine hem şaşırır hem de kızar;
“Tanrıya acımaya mı şükür? Kimya bu birader, kimya… Ne yapalım; çekilin muhterem pederler, çekilin biraz, kimya geliyor!” der ve böylece farkında bile olmadan determinizm-özgür irade paradoksuna bir gönderme yapmış olur.
Aynı anda hem dindar hem dinsizdir; günah işlerken bile tanrıya inanır;
“Varsın lanetlenmiş, adi, alçağın biri olayım, gene de Tanrımı saran libasın eteğini öperim. Varsın aynı zamanda şeytanın peşinden gitmiş olayım, her şeye rağmen Senin oğlunum Tanrım, Seni seviyorum, insanları ayakta, diri tutan sevinci bütün varlığımla duyuyorum.”
Babasını öldüren o olmadığı halde, öldürmeyi istemiş olmaktan dolayı suçluluk duyar. Bunun için cezayı hak ettiğini söyleyecek kadar açık yüreklidir.
Peki Alyoşa?
Alyoşa, Dostoyevski’nin aksini söylemesine karşın bizim için bir hayal kırıklığıdır. Az önce bahsettiğimiz gibi cimnazyumu bile sonuna kadar götürememiş, manastırı seçmiştir. Dindardır ancak tutkulu, bilgili bir Hıristiyan bile sayılmaz. Ermiş olduğundan şüphe duymadığı Peder Zosima’nın cesedi beklenmedik bir biçimde hızla çürüyüp kokmaya başlayınca Tanrı’ya olan inancı dahi sarsılmıştır.
İnsanlarla iyi geçinir, uyumludur, iyi bir dert dinleyicidir. Romanın çeşitli karakterleri arasında bir kurye gibi dolaşır. Birinin mesajını diğerine aktarır. Bu haliyle, yazarın romandaki diğer karakterlerin fikirlerini kapsamlı biçimde açıklamalarını sağlayan ve farklı sahneleri birbirine bağlayan zorla türetilmiş, dikte edilmiş bir roman karakteri gibidir.
Herkes ona içini açar o da dinler ve çoğunlukla Peder Zosima’dan öğrendiği sözcüklerle teselli etmeye çalışır onları. Kendini ifade edecek kelimeler bulma konusunda yetersizdir. Çözümler üretme konusunda da yetenekli olduğu söylenemez.
Ağabeyi Ivan’ın tanrı ve Katolik Dini’nin temsilcileriyle ilgili görüşlerini son derece sofistike bir biçimde kurguladığı Büyük Engizisyoncu hikâyesinin ortasında bir yerde; derin bir acıyla;
“Belki sen de masonsun. Tanrıya inancın yok!” diye derinliksiz bir cümle sarf ederek hayal kırıklığımızı büyütür.
Onda ne Ivan’ın keskin zekâsı ne de Mitya’nın güçlü ihtirasları mevcuttur.
İnsanlar çoğu zaman o bir çözüm bulduğu için değil, onda Allah vergisi bir sağaltma yeteneği olduğuna inandıkları için onunla konuştuktan sonra mutlu olurlar. Alyoşa’yı adeta vicdanlarının sesi olarak algılarlar.
Onu baştan çıkarmayı kafasına koyan Gruşenka, dizlerinde oturmuşken, kadına karşı bir kız kardeşe duyulandan öte bir his duymadığının; Zosima tarafından insanların arasına neden gönderildiğinin bilincine varır. Bu heyecanla teşekkür eder kadına… Onun bu hali, Gruşenka’nın birdenbire değişmesine neden olur;
“Önceleri senin için kafamda türlü türlü çıfıtlık vardı. Zaten alçağın, delinin biriyim; yalnız bazı anlarda da sana sanki vicdanımmışsın gözüyle bakıyordum. Şimdi de hep, “Benim gibi adi kadını kim bilir ne kadar küçük görüyor!” diye düşünüyorum… İnanır mısın Alyoşa, bazen sana baktıkça kendimden utanıyorum… Seni nasıl, ne zamandan beri düşünmeye başladığımı bilmiyorum, hatırlamıyorum…”
Sözleri gibi duygularının da yüzeyselliğine bir örnek; çocukluk arkadaşı olan ve ona âşık olan Lise’ye evlenmek istediğini açıklarken kullandığı ifadelerdir.
“Staretz Zosima ölür ölmez manastırdan çıkmam gerekiyor, öğrenimime devam edeceğim, sınavlarımı verdikten sonra yasal izninizi alıp evleniriz. Sizi seveceğim. Böyle şeyleri düşünmenin henüz sırası değil ama kendime sizden daha iyi bir eş bulamayacağımı düşündüm. Staretz de evlenmemi istiyor…”
O denli tekdüze bir kişiliktir ki, evlilik teklifini başlangıçta sevinçle karşılayan Lise, aradan biraz zaman geçtiğinde ondan sıkılır. Bir gün tutup;
“Kocalığa yaramazsınız siz. Sizinle evlenirim; günün birinde üstünüze seveceğim başka birine aşk mektubumu götürmek için veririm size. Alıp mutlaka götürür, üstelik karşılık da getirirsiniz. Kırk yaşına bile gelseniz gene bu çeşit mektupları taşıyacaksınız,” der.
Aşırı iyi, tevekkül sahibi ve ihtirassız oluşu kızı çileden çıkartmıştır. Yine bir gün;
“Size bir isteğimi açıklamak istedim. Birisinin beni hırpalamasını istiyorum: evlensin benimle, sonra hırpalayıp aldatsın, bırakıp gitsin… Mutlu olmak istemiyorum!”der.
Bu tepkisel konuşmaya Alyoşa’nın cevabı sadece; “Huzursuzluktan hoşlanıyorsunuz yani,” olur.
Bunca iyilik dolu bir yüreğe sahiptir ama babalarını öldürmek istediğini açıkça söyleyen Mitya’yı ne engeller ne de onu vazgeçirecek bir söz söyler. Mitya sırf bu düşüncesi nedeniyle sonradan pişmanlık duyar ve cezasını çekmeye hazır olduğunu açıklar. Ölümden kendini de sorumlu tutan diğer kardeş Ivan aklını yitirir, ölümle pençeleşir. Ama Alyoşa – gerçi manastıra girmek istemesinin nedeni babasına karşı duyduğu nefreti dizginlemek olabilir- kendi payına hiçbir rahatsızlık duymaz.
Romanın sonlarında, önce Mitya’ya verilen Sibirya’ya sürgün cezasına üzülürüz ama Ivan onun kaçıp Amerika’ya sığınması için gereken planları yapmış, tedbirleri almıştır; yeniden içimiz ferahlar. Alyoşa’ya bu süreçte sadece olanları izlemek hapishane ile dışarısı arasında kuryelik yapmak düşmüştür. Yani, bir roman kahramanından beklenen; olayları kontrol eden kişi olmaktan çok uzaktır o.
Roman yoksul Sinigrev ailesinin çocuğu İlyuşa’nın cenaze töreninin ardından Alyoşa’nın törenden dönen çocuklara yaptığı; onları tanrıya inanmaya, mertlik ve erdem sahibi olmaya, kardeşlik ve asil ruhluluğa davet eden konuşması ve günün birinde tekrar buluşma çağrısıyla biter. Bu, onun roman boyunca yaptığı en uzun konuşmadır ama içeriğinde kahramanımız ile ilgili fikirlerimizi değiştirecek pek bir şey yok gibidir.
…
Kitap bittiğinde… Bu kadar basit miydi peki? diye bir kuşku düşer içimize. “İnce” okuyucu olmayı başarabildik mi acaba? “İnce” bir düşünce alır bizi… Dünyanın en büyük yazarlarından biri bizim bir bakışta gördüğümüzü görememiş olabilir mi?
Bir kez daha önsöze dönmek ihtiyacı hissederiz. Evet doğru, önsözde bizi uyarmıştı ama biz onun bizi dikkatli bir okuma yapabilmemiz için kışkırttığını düşünmüş ve Alyoşa’nın gizli, karanlıkta kalmış yeteneklerini görmek için dört gözümüzü birden açmıştık.
Neyi kaçırdık?
Tarihsel bilgimize bir göz atalım;
Karamazov Kardeşler romanının yazılışı (1879) Rusya’da Çar’ın reformlarının (köleliğin kaldırılışı, eğitim hakkının herkesi kapsayacak şekilde yaygınlaşması, adalet reformu) sorunlara çözüm getiremediği, reform isteyenlerle (azat edilmiş köleler, aydınlar ve burjuvazi) statükoyu devam ettirmek isteyenlerin (eski toprak sahipleri, aristokrasi ve kilise) birbirleriyle çatışmalarının şiddetlendiği ve halkın geleceğe yönelik umutlarının tükendiği dönemlere rastlar. Köylüler kullanımlarına verileceği söylenen arazi için ödeyecek paraları olmadığından şikâyet etmekte ve Çar tarafından aldatılmış olduklarını düşünmektedirler. Eski toprak sahipleri ise servetlerini ve çalıştıracakları insanları kaybedecek olmanın paniği içindedir. Üniversite ve öğrenci sayısının artması ve bu kurumlar sayesinde ülkeyi etkileyen özgürlükçü düşünceler, mevcut sisteme olan tepkiyi körüklemektedir. Burjuvazi ise yeni doğan fırsat ve olanakları kullanıp semirmenin yollarını aramaktadır. Böyle bir kaos ortamından kimin galip çıkacağı konusu belirsizliğini korumaktadır. Toplumdaki huzursuzluk, aile kurumu içinde de yansımasını bulmuştur. Eski ve yeni kuşaklar arasındaki farklı görüş ve menfaatler nedeniyle bu kurum da sarsılmaktadır.
Romanı bu tarihsel çerçevede değerlendirirsek;
Pavloviç ailesi bu döneme ait iyi kötü toprak sahibi bir Rus ailesi… Fertlerin ve onların davranışlarının da yukarıdaki fotoğrafa oldukça uygun olduğu yorumunu yapabiliriz. Ancak, taraflar arasındaki kapışmanın devam ettiği, kimin kime üstün geleceğinin belli olmadığı bu ortamda, fotoğrafın kahramanı Alyoşa ya da onun temsil ettiği düşüncedir diye karar vermek şüphesiz mantığın sınırlarını fazlasıyla zorlamak olur. Kaldı ki Alyoşa’nın kişiliğinde somutlanan din ya da Allah inancını, iktidara gelmek için mücadele eden herhangi bir sınıfa mal etmek mümkün değildir. Din adamları ya da inananlar toplumsal bir sınıf sayılmaz, sınıf mücadelesinin doğrudan bir aktörü olmaktan ziyade şu ya da bu sınıfın yanında yer alırlar. Dostoyevski’nin Alyoşa üzerinde böyle bir nedenle ısrar ettiğini düşünmek onu hafife almak olur biraz…
O halde romana Dostoyevski özelinden bakmak gerekiyor.
Dostoyevski’nin hayatından yola çıkan eleştirmenlerin Dmitri’yi, yazarın panslavist düşüncelerinin hâkim olduğu ilk gençlik yıllarıyla, İvan’ı batıcı ve görece devrimci sayılacağı orta yaş dönemiyle Alyoşa’yı ise bu romanı da yazmış olduğu dindarlık dönemiyle özdeşleştirdiklerini biliyoruz. Acaba gerçek hayatta bu dönemlerin yansıması olan düşünceler birbirini yok ederek eklektik bir seyir mi izler? Yaşanan olaylar ve edinilen tecrübelerin etkisiyle zaman zaman biri diğerinin önüne geçerek birlikte varlıklarını sürdürmezler mi?
Dostoyevski’nin okuyucusunu, işte bu farklı fikirlerin hem bir arada bulunduğu hem de çatıştığı kendi iç dünyasına taşımış ve bunu Alyoşa aracılığıyla yapmış olabileceği fikri giderek daha çok aklımıza yatmaya başlar.
Alyoşa’nın çok eleştirdiğimiz; kelime haznesinin yetersizliği, yazarın bilinçli bir seçimi olsa gerektir. Böylelikle, farklı ideolojideki diğer karakterlerin, kendilerini ve düşünce yapılarını olabildiğince detaylı ifade edebilmelerine olanak sağlamıştır.
Din karşıtı fikirleri (Ivan’ın; yer yer de Fyodor Pavloviç’in ve Mitya’nın ağzından) son derece güçlü biçimde temellendirmiş ve ifade etmiş olmasına rağmen, muhtemelen Rus tabiatına güvenmediği için (“Rus insanının, ruhu, tıpkı ülkesi gibi engindir; fanteziye ve dengesizliğe karşı aşırı eğilimli insanlarız biz…”(1)), aşırı fikirlerin topluma huzur getirmeyeceğini, çözümün insan doğasına en uygun şeyde; tanrı inancında ve Ruslara özgü bir Hristiyanlık anlayışında olduğunu düşünmüştür.
Tipik Rus özelliklerini temsil eden Dmitri’yi ve Panslavizmi sürgüne mahkûm etmiştir. (Onu yargılayan mahkemedeki jüri sıradan insanlardan oluşur ve bu insanlar yani halk, Dmitri gibi bir karakteri suçlu bulmuştur.) Diğer taraftan Dmitri’nin yaşam şeklinin Zosima nın gençliğine benzemesi ve hapishaneye girdikten sonra dindarlaşmaya başlaması yazarın onu tümüyle dışlamadığının, Dmitri’nin eninde sonunda Zosima ya benzeyeceğinin, yani “doğru yolu” bulacağının işareti gibidir.
Dostoyevski’ye göre, inançsızlık insanı suça ve kaosa götürür. Ortanca oğul İvan’ın hazin sonu, buna örnektir. Buna karşılık romanda Dostoyevski’nin ateizm ve ona bağlı olarak sosyalizmi de dışlamadığı hatta desteklediğini düşündüren pek çok bölüm vardır
Ağabeylerinin cezalandırılmasına karşı tanrıya inanç, alçakgönüllülük ve affediciliği temsil eden Alyoşa kahraman seçilmiştir.(3)
Bilindiği gibi Alyoşa, Dostoyevski’nin gerçek hayatında küçük yaşta ölen oğlunun adıdır. Olaylara müdahale etmeyen, izleyici, iyimser ve inançlı karakteri Dostoyevski’nin yaşamı boyunca içinde barındırdığı dindar, çocuksu, masum ve saf yanıdır. Kitabın çocuklara, gerek rüyalarda (ör:Dmitri’nin rüyası), gerek yoksul İlyuşa ile ilgili bölümlerde geniş yer ayırmış olması dikkate değerdir. Romanın, onlarla ve mutlu sonla bitmesi ise; çocuklar eşittir ülkenin geleceği görüşünün vurgulanması amacıyla olsa gerektir.
Önsözdeki diğer bir cümle gözümüze takılır;
“Hatta bu, tam anlamıyla bir roman değil de, kahramanımın ilk gençliğinin belli bir dönemidir yalnızca.”
Dostoyevski, yazmayı planladığı ikinci kitabın büyük ölçüde Alyoşa ile ilgili olacağını; elimizde tuttuğumuz kitabın, onun öncülü olduğunu hatırlatır bize. Alyoşa’nın çocuklara konuşma yaptığı son sahnede, yakında çok uzun bir süre için dışarı gideceğini söylediğini hatırlarız. Dostoyevski yaşayıp da yazabilseydi, belki de Alyoşa; başka ülkeleri gezip dolaşmış, ufku yeni fikir ve düşüncelerle genişlemiş birisi olarak karşımıza çıkacaktı. Belki de onu, Rusya’da sınıf mücadelelerinin iyice şiddetlendiği günlerde taraflardan birinin önderi olarak görecektik. Kim bilir?.. Tasavvura dizgin vurulamaz. O zaman, iki kitabı birbirinden ayrı düşünemeyecek, başkahraman kim diye bir soru aklımıza bile gelmeyecekti.
Son söz;
Sıklıkla, insanın iç dünyasında olan bitenleri tam olarak anlatmaya kelimelerin kifayet etmeyeceğini dile getiren büyük yazar Dostoyevski’nin, özünde barındırdığı karakterlerden, kitabı yazdığı dönemdeki dünya algısına göre en çok tercih ettiği hali; Alyoşa olma halidir. Rus toplumu için de en hayırlı olanın, Alyoşa olma hali olduğunu söylemek istemiştir.
Ancak aynı zamanda hem İvan, hem Dmitri’dir o…
(*) Fyodor Dosteyevski, Karamazov Kardeşler, İş Bankası Yayınları. Çev. Nihal Yalaza Taluy, 2007.
(1) (sf.587) SUÇ VE CEZA, İskele yayıncılık, 1996, Rusça’dan çeviren Mazlum Beyhan, sf.587
(2) Gerçek hayatta Dostoyevski de kötü bir adam olan kendi babasından nefret etmiş, ondan iğrenmiştir. Babası köylüler tarafından öldürüldüğünde 16 yaşında ve sara hastası olan yazar, tıpkı Dmitri ve Ivan gibi bu ölümü içten içe istediğinden dolayı vicdan azabı çekmiş ve akabinde sara nöbetleri şiddetlenmiştir.
(3)Bu tutumuyla bir yönüyle, bir yargıç gibi davranmıştır. Ustaca yapmış olduğu kesin olmakla birlikte, bu yargıçlık, subjektif ve bir yanıyla da Sosyal-Darvinist izler taşımaktadır.
Bir cevap yazın