Yarençka (Bozorg ALAVİ – Çeviren: Murat ALTINYOLLAR)
Bu isim dışında ona dair hiçbir şey bilmiyorum. Ondan geriye kapkara bir boşluk kaldı. Adını bile doğru dürüst bilmiyorum. Ona adını sorduğumda “Yerena” demişti. Kendinden bahsettikçe, arkadaşlarının ona “Yerenka” dediği ortaya çıktı. Yalnızlıklarımızın birbirine karıştığı o benzersiz iki kişilik alemde, ruhlarımızın kanat çırptığı o uğursuz dünyada ben ona “Yerençka” diyordum.
Dün geceydi. Ya da bir ay önce. Belki de birkaç yıl önceydi. Ne idi? Kayıp giden, telaşlı, bitkin ve kırgın bir gölge gözlerimin önünden geçip gitti. O şekilsiz hayali tutmak için ellerimi uzattığımda parmaklarımın ucundan dirseklerime, şakaklarıma, hatta iliklerime değin tüm bedenim yanıyor. Öldürücü bir keder ruhumu rehin alıyor. Nefes nefese kalıyorum. Kendimi sarsıyor ve neler olup bittiğini düşünmeye çalışıyorum. Neydi bu izi silinmeyen şey? Bana kalan neydi? Hiç!
O gece de diğer geceler gibiydi. O gece de diğer geceler gibi uykusuzlukla boğuşuyordum. Belki de yüksek ateşle sayıklıyordum. Fakat o sabahtan bugüne değin Yerençka ismi dört yanı duvarlarla çevrili beynimin sonsuzluğunda yüzüyor ve ne kadar istesem de o ismin sahibini ağıma düşürmeyi başaramıyorum. Elimdeki tek kanıt yine aynı isim; Yerençka. Bir de önceden bilmediğim Rusça bir şiir var.
“Seni sevdim ve öptüm.
Oysa bana güldün sen
Ey siyah gözler
Bir bak ne hallere düştüm ben”
Bu şiiri bilmiyordum. Rus şiirinden anlamam. Nereden aklıma geldi bilmiyorum. Bu şiirin Yerençka ile bir bağlantısı olmalı. Ne zamandı?
Hayatımın bir yerinde ortaya çıktı. Bir süre benimleydi ve sonra kayboldu. Nereden gelmişti? Bilmiyorum. Nereye gitti? Bilmiyorum. Ne zaman yanımdaydı? Bilmiyorum.
Polonyalı mıydı? Belki. Güney Afrika’ya mı gitti? Belki. Hapishaneye mi düştü? Belki. Öldü mü? Hayır… Yerençka bedensiz bir ruhtu. Böylelerine insan düşünde rastlar. Ateşlendiğinde ya da uyku ile uyanıklık arasında görür. Aslında pek çoklar. Normal zamanlarda bize görünürler; kendilerini bize gösterirler ama tanınmazlar.
Tir1 ayıydı. İnsanın bedeninde ter boşanıyordu. Birkaç horoz değişik yerlerde ötüyor, tiz sesleri ile arkadaşlarına sesleniyordu. Diğeri daha mahcup ama daha bir ihtişamla cevap veriyordu. Birkaç serçe pencerenin önünde ötüşüyordu. Sineklerden biri vızıldıyor ve kendini delice cama vuruyordu. Koltuğa uzanmış Nizami’nin “Heft Peyker”ini karıştırıyordum. Behram Şah’ın, Havernak Köşkünde yedi sultanın kızlarının resmini gördüğü bölüme gelmiştim.
Acaba o şiirler hala aklımda mı? Peki gerçekten o günü hatırlıyor muyum? Susuzluktan soluksuz kaldığım ve şiir okumakla meşgul olduğum o sıcak yaz gününü? Farz edelim ki hayal kuruyorum. Bu şiirlerle Polonyalı Yerençka arasında nasıl bir ilgi var? Bir süredir iyi değilim. Biliyorum. Fakat bu yersiz ve boş endişelerle baş edemiyorum.
Bir anda, durup dururken Yerençka odamın kapısını açtı ve bir heykel gibi önümde dikiliverdi. Hiç kimse odama girmeye cesaret edemezdi. Odam şehirden uzaktaydı. Ailemi utandırmıştım. Hayatları benim yüzümden mahvolmuştu. Kimseyi görmek istemediğim için şehrin dışında bir çiftliğe yerleşmiştim. Akrabalarım her gün çiftliğe geliyorlardı ama hiç kimse odama girmeye cesaret edemiyordu. Ben de odamdan dışarı çıkmıyordum. Arada sırada başımı kapıdan dışarı uzatacak olsam, çiftlikteki herkes benden kaçıyordu. Belki de gelip birinin beni aradığını söylemişlerdi. Hiç hatırlamıyorum. Yerençka’nın cüret ve küstahlığı beni şaşırttı. Odam karanlıktı ama kapının kırık kanatları arasından birkaç günışığı siyah perdelere vuruyordu. Günün hafif gülüşü karanlık hücreme giriyordu.
Yerençka, kapıyı ardına kadar açtı ve bir ateş ve ışık selini yatağıma doğru salıverdi. Perdeyi de aralamıştı. Sanki som altından ışıklar saçıyordu. Söylediği sıradan şeyleri hatırlamıyorum.
“Adın ne?” diye sordum.
“Yerena,” dedi.
“Yerena!”
Nereden geldiğini bilmediğimi söylerken haklıydım.
Perdeleri açtı. Şaşkın güneşin ışıkları gözlerimi aldı, kör etti.
Hoşuma gitmişti. Aynı şeyi yapan bir başkası olsaydı ya onu öldürürdüm ya da kendimi.
Bu karmakarışık durumda bile öylesine zayıf ve kolu kanadı kırılmış görünüyordu. Ayağa kalktım, elini tuttum ve yatağa oturttum. Kızarmış yüzüm ve kanlı gözlerim onu ürküttü. Beni durdurmak istedi. Bir ara elini o kadar çok sıktım ki canı yandı, korktu ve çığlık attı. Göğsüme vurdu ve beni yataktan aşağı düşürdü.
“Ben aveze2 katılmak istiyorum. Susadım. Çiftliğe girdim. Seslendim. Kimse cevap vermedi. Sonra bu odaya girdim işte.”
Sonra gitti. Nereye gittiğini bilmiyorum. Gece tekrar göründü. Yolunu gözlediğimi söylemeye gerek yok. Geleceğini biliyordum. Birbirimizi bir daha göremeyeceğimizi söylemişti. Bugün öğleden sonra saat üçte Güney Afrika’ya gidecekti. Eğer saat üçte de Aveze katılmazsa onu hapse atacaklardı. Bir yıl hapiste kalmıştı. Tekrar hapse giremezdi. Yine de geleceğini biliyordum. Gece saat 10′ du. Kapıyı açtı ve yine önümde durdu. Yerençka, siyah ipekten bir elbise giymişti. Kızıl zülüfleri de siyahi görünüyordu. Beyaz bacaklarındaki damarları, çok yürümekten koyulaşmış; beyaz bir sayfayı çevreleyen siyah çerçeveler gibiydi.
Evde hiçbir şey yoktu. Siyah ropdöşambrımı üzerine aldı. Şehre doğru yola koyuldu.
Yarım saat sonra bir sepet dolusu yiyecek içecekle geri döndü. Artık odamın kapısını kapatmaya cesaret edemiyordum. Şaşkın ve kararsızdım. Ne isterse yapıyordum.
“İnsanın böylece bir odada yaşaması ne kötü değil mi?” dedi.
Beraber mehtabı izledik.
“Bu gece yanıma nasıl geldin? Benden korkmuyor musun?”
“Senden mi? Ben SS Subaylarından bile korkmadım. Onların hapishanesinden kaçtım.”
Neye yarardı? Neredeyse tüm Polonyalı kızların benzer hikayeleri vardı. Ay gökyüzünün bir köşesinde kulak kesilmiş bizi dinliyordu. Birkaç kurbağa çığlık attı. Kuşların şarkıları payımıza düşen faciaları hatırlatıyordu. Elini tutmuştum. Bu serin yaz gecesinin sarhoş edici güzelliğinde dolaşıyorduk.
“Neden ellerin bu kadar sıcak?” diye sordu.
“Ateşim var.”
“Neden?”
“Bilmiyorum.”
“Neden bu kadar kederlisin?”
Ne cevap verecektim?
Sonra ben sordum.
“Yerençka, bugün saat üçte Aveze gittin mi?”
“Hayır.”
“Neden?”
“Güney Afrika’ya gitmek istemedim.”
“Şimdi ne olacak? Bu kadar geç gitmene bir şey demeyecekler mi?”
“Bu gece gitmeyeceğim. Senin yanında kalacağım.”
“Yerim yok, yanımda kalamazsın.”
“Kalacağım. Seni mutlu edeceğim.”
Kollarını boynuma doladı. Yüzümü okşadı. Gözlerimi öptü. Serin yanağını terli ve sıcak yüzüme bastırdı. Ama dudaklarım soğuk, kuru ve ölüydüler. Onu istemedim. O gece ruhsuz bedenim onun bedensiz ruhuyla birleşmedi.
Onu istemedim. Çünkü Yerençka, o sıcak yaz gecesinde sırf bana işkence etmek için ortaya çıkan kötü ruhlardan biriydi. Böyle sanıyordum.
Havuzun yanındaki halının üzerine adeta yıkılmıştı. Yastık getirdim. Üzerine battaniye örttüm. Soğuktan titriyordu. Gözleri kapanmıştı. Birkaç inci tanesine benzeyen gözyaşları ile gözleri ve günahsız yüzü, ilahi bir görünüm almıştı.
Birkaç cümle söyledi. Söyledikleri, hayatım boyunca duyduğum en güzel şiirlerdi. O Rusça şiir hala aklımdadır.
“Seni sevdim ve öptüm.
Oysa bana güldün sen
Ey siyah gözler
Bir bak ne günlere düştüm ben”
“Ben yastayım, siyah gömleğim kederimin işaretidir. Ben sevdiğimi kaybettim. Belki de daha ölmemiştir. Hiçbir şey beni teselli etmiyor. Eskiden olduğum kişi değilim. İnsani olan her şey beni terk etti. Artık işkence ve hakaret beni etkilemiyor. Bir zamanlar insandım ama faşistler beni öldürdü. Artık bana hakaret edebilirler, bana köpekleri gibi davranabilirler. Ben artık insan değilim.”
Uykuya daldı. Yerençka benim ikizimdi, benim gölgemdi.
Sabah uyandığımda Yerençka yoktu. Gitmişti. Karanlık günlerimi iyice karartmıştı.
Ne zaman Polonyalı kızları görsem Yerençka’yı hatırlıyorum. Polonyalı kızlarla dolu kamyonlar önümden geçtikçe onu düşünüyorum. Bir daha göremeyeceğimi biliyorum. Yerençka cansız bedeninden kaçmış bir ruhtu.
Yerençka benim gölgemdir. ?
Çev: Murat Altınyollar
_____________________
1.Tir. İran takviminin dördüncü ayı.
2.Avez. Lehçe mülteci ordusu
Bir cevap yazın