Ethem BARAN ile Yazma Üzerine bir Sohbet
Sofya Kurban: Kitaplarınızı okuduğumda, doğa ile karşılaştım. Arkada hep bir doğa öyküsü var. Bu konuda bize bir şeyler söyleyebilir misiniz?
Ethem Baran: Herhangi bir yere, nesneye baktığımız sürece, neyi görüyorsak onu yaşarız. Bu yaşantı sanatın ilgi alanına getirildiğinde kaçınılmaz olarak değişime de uğrar tabii. Yani hayat yeni bir biçime girerse orada sanattan söz edilebilir. Bu süreçte yolumuz doğaya düşer ister istemez. İnsanı dış dünyadan soyutlamak mümkün değildir. Hatta insanın dış dünyası ile iç dünyası birbirinin ayrılmaz parçalarıdır. Bir öykü ya da roman kahramanının dış dünyasını, onu kuşatan doğayı anlatıyorken, aslında anlatılan iç dünyasıdır. Bu yüzden yazdıklarımda sözü anlatıcı veya öykü kişisinin elinden alıp doğaya bırakmayı seviyorum. Yazarın bilinçaltı ağırlıklı olarak okuduklarıdır biliyorsunuz. Ben yalnızca doğayı yazmayı değil, doğaya yer veren metinleri okumayı da çok seviyorum.
Sofya: Kırsal kökenli misiniz?
E.Baran: Bozkırda büyüdüm, Orta Anadolu çocuğuyum. Bozkır, doğa açısından baktığınızda çok verimsiz görünebilir. Bozkırın içerisinde doğayı sevmek ve doğayla ilgilenmek çok inandırıcı gelmeyebilir belki de; oysa onu keşfetmeye başladığınızda ummadığınız bir zenginlikle karşılaşırsınız. Orman, deniz gibi doğa harikalarından mahrum olmanın verdiği özlemle, olmayanı aramanın sonucunda, pek de gözle görülmeyen ayrıntıları yakalamak, onun peşinde koşmak gibi bir duygunun da etkisi olsa gerek. O yaşlarda resimle de ilgileniyordum. Dolayısıyla bir ressam gözüyle bakınca doğa çok ön plana çıkıyor. Doğaya bakarken insanı görmek ya da insana bakarken doğanın yanında olmak gibi bir şey…
Sofya: Resim de yapıyorsunuz öyle mi?
E.Baran: Pek değil, okumak ve yazmak çok zamanımı alıyor; daha çok da okumak.
Sofya: Kitap kapaklarını kendiniz mi tasarlıyorsunuz?
E.Baran: Hepsini değil. “Bozkırın Uzak Bahçeleri”nin kapağı bana ait mesela.
Sofya: Öykü kitaplarınız, insana bir galeriyi geziyormuş hissini veriyor. Tek bir öykü sizi anlatmaya yetmez belki, ama kitap bittiğinde insan bir dünyayı kucaklıyor.
E.Baran: Peşinde olduğum şeylerden biri de atmosfer kurmaktır. O atmosferin içinde yaşamak ve yaşatmak. Doğa betimlemeleri, sözün doğaya bırakılması ya da sözlerin arasında doğanın dolanıp durması bu atmosferin oluşturulmasında gerekli bence. Mevsimden söz etmek, içinde bulunulan doğayı göstermek, bir anlamda okuyucun önüne bir fotoğraf koymak. Aslında, benim izlediğim ya da aktarmaya çalıştığım dünyanın genel görünümünü verebilmek için bütün bunlara başvurmak gerekli sanıyorum.
Sofya: Bu bilinçli bir tercih değil de yapınızdan gelen bir şey mi?
E.Baran: Tercihlerimizin oluşmasında kişilik yapımızın, yaşantılarımızın, bilgimizin, gördüklerimizin, deneyimlerimizin etkisi vardır diye düşünüyorum. Doğayı seven bir insan olduğum için, böyle bir yapım olduğu için bilinçli bir tercih de denilebilir. Yoğun olarak okumaya başladığım günden bugüne, doğa betimlemelerini okumayı çok seviyorum. Bu tür resimleri yapmayı da seviyordum. Doğaya karşı ilgim, biraz da insanlardan kaçmak içindi belki de, tam olarak bilmiyorum. İnsanları anlamaktansa doğayı anlamak daha çok işime geliyordu herhalde. İnsanlar karşısında çok ürkektim. Hatta ilk dönem yazdıklarımda doğa çok baskındır. İnsanları anlatmaktansa, doğayı anlatmayı yeğlemişimdir. Sonradan yazdıklarımda insanlar daha çok konuşur, ortalarda daha çok görünür hale gelmeye başladı. İlk öykülerimde insanların seslerini pek duyamazsınız.
Sofya: Yazdıklarınızda bilinç akışı da var mı?
E.Baran: Tabii, var…
Fulya Bayraktar: “Yazar yanlız olmalı” diyorsunuz, yazar hayatın dışında mı kalmalı?
E.Baran: Yazarın yalnızlığının bir bedeli vardır. Yalnızlığını verip karşılığında bir dünya, yeni bir hayat alır. Elbette acıları, sancıları vardır bu sürecin. Yazar bu süreçte kendi içine doğru yürür. Yürüdükçe yeniden öğrenir, anlar. İçinde taşıdığı dünyaya ulaşabilmesi için yalnız kalması ve yalnız yürümesi gerekir. Ben, yazı dışında çok fazla şeyle uğraşıldığında, yazıya ayrılmış zamandan çalındığını, yazıya haksızlık edildiğini düşünüyorum. Dolayısıyla, yazıya istediği zamanı verdiğinizde yaşamdan soyutlanıyorsunuz ve yalnızlaşıyorsunuz. Yazının dışında diğer şeylerle uğraştığınızda yazının hakkını veremezsiniz.
Fulya: Öykülerinizin, romanlarınızın beslenmesi açısından hayatın içinde olmak gerekmez mi? Sadece kitap okumak, yalnız kalıp düşünmek besleyebilir mi insanı? Yazmak insanlarla iç içe olmayı gerektirmez mi?
E.Baran: Bu sizin neyi yazdığınızla ilgili biraz. İçinizde taşıdığınız dünya ile ilgili. “Yazar olmak için ya büyük bir hayat yaşamalı ya da çok okumalı” diye bir söz var. Yazar, okuduklarının toplamıdır bana kalırsa. Hepimizin hayatı hemen hemen benzer bir şekilde, kendi kısıtlı çevremizde dönüyor. Yazar da bir okur gibi aynı ya da benzer bir ortamda yaşıyor. Dolayısıyla daha fazla şeyden haberdar olması, öyle “büyük hayatlar” yaşaması pek de söz konusu değil. Bir okur ne kadar olaya tanık oluyorsa, yazar da o kadarını biliyor. Hayatın içinde olmaktan kasıt, bence kitapların içinde olmak.
Fulya: İnsanlarla içiçe olmak, bir dolmuşa binmek, yazıdan çalınmış gibi görünse de, aslında yazıyı besleyen zaman da olabilir diye düşünüyorum.
E.Baran: Böyle olduğunu zannetmiyorum. Belki harekete geçiren ilk kıvılcım olabilir. Marcel Proust gençliği dışında, hayatının kalan bölümünü, alerjik bir hastalık nedeniyle, yalıtılmış bir odada, eserini yazmaya vermiştir. Pek çok yazar için aynı şey geçerli. Hayatın içerisinde olan yazarlar da var tabii, Ernest Hamingway gibi. Ancak bunun çok gerekli olduğunu düşünmüyorum. Bu biraz da hayatın içerisinde olmaktan neyi anladığınıza bağlı. Kalabalıkta dolaşmak yazara ille de bir şeyler kazandıracak anlamına gelmez. Çok gezen, çok iletişim kuran kişinin çok yazı malzemesi var denilemez. Hayal gücü, okumak, yaratıcılık, sanatı nasıl algıladığınız, bunların hepsi işin içinde. Yazar kendi dünyasında her şeyi yeni baştan öğrenen, eleyen, süzen, yeniden kurup bir daha bozan, anlamaya çalışan kişidir. Bilge bir çocuk gibidir bir bakıma. Gördüğü, yaşadığı azıcık şeyleri bile kendi dünyasına taşıyıp orada büyütür.
Fulya: Yazar, insan ilişkileri konusunda daha seçici oluyor galiba. Zamansızlıktan olsa gerek.
E.Baran: Bence bir insanı anlattığınızda, insanların büyük bölümünü anlatmış ve yazmış oluyorsunuz zaten. Kalabalık içerisinde, insanlarla ilişki içerisinde olmak, yazı açısından zenginleştiğiniz anlamına gelmez. Dostoyevski’yi ya da Kafka’yı okuduğunuzda, insana ulaşırsınız. Örneğin Balzac’ın kahramanlarını toplasanız bir kasabayı dolduracağı söylenir. Çehov, masanın üzerinde duran kül tablasını göstererek, o kül tablasının ertesi gün bir öykünün öznesi olabileceğini söyler bir arkadaşına. Kitaplar, onlardaki insanlar ve hayatlar gerçek hayattan daha zengin, daha verimlidir. İçinde yaşadığımız bir dünya var, sanatçı bu dünya ile zaten barışık değildir. Hoşnut olmadığı içindir ki, yazmaya gereksinim duyuyor. Yazdığında da kendi dünyasını yaratıyor, atmosferini kuruyor, kendi tiplerini çiziyor, konuşturuyor ve hesaplaşıyor. Yani mevcut dünyaya ihtiyacı yok, kendi yarattığı dünyasında yaşıyor. Bir romancı romanına girdiğinde, onun için artık dış dünya bitmiştir. Orada yaşamaya başlar. Bir arkadaş toplantısında, konuşmalardan sıkılan Flaubert, “Beyler sadede gelin, Madam Bovary kiminle evlenecek?” der. Yazar kendi yarattığı dünyasındadır. İnsanlarla diyalog kurmak, iletişim becerileri ise ayrı bir konu.
Feyziye Alper: Öykülerinizde karanlık ve hüzün var ama karamsarlık daha hâkim gibi. Bozkır aslında ışıklı bir alandır. Bu ışıklı alandan beslenirken, niye bu kadar hüzne bulanmış öyküler yazdığınızı merak ettim?
E.Baran: Hüzün mü karamsarlık mı ağır basıyor size göre?
Feyziye: Ben hüzün algıladım.
E.Baran: Öykülerimde her ne kadar acı ve karamsarlık öne çıksa da, yer yer mizahın sularında dolaştığımı, en azından mizahtan el almış bir dile zaman zaman yaslandığımı düşünüyorum. Yine de onca acıya ve yoksulluğa karşın anlattığım insanların hayata ilişkin umutları hep vardır. Hayatın, yaşamanın bir taraftan güzel olduğu, yoksul, çaresiz insanların da aslında bir şekilde tutunup, hayatın güzel yönlerinden bir şeyler elde edip yollarına yürüdükleri alttan alta da olsa sürekli duyurulur. Çünkü başka türlü bir hayatı, başka türlü yaşamayı bilmez onlar. Geriye kalansa hep hüzündür.
Sofya: Öykülerinizde hiç kadın yok, belki de bu yüzden. Kitaplarınızda hiç kadınla karşılaşmadım, tamamen eril ve erkeksi bir toplum. Unuttuğum Bütün Akşamlar’da, Derya ile İlhan’ın aşk hikâyesi var, ama o da erkeğin bakış açısından anlatılıyor.
E.Baran: Doğru…
Fevziye: Olumlu bir kadın karekteri de değil.
E.Baran: O acıklı bir hikâyedir. Ama diğerlerinde dediğiniz gibi kadının arka planda olması ya da hiç olmaması, ortalarda görünmemesi, anlattığım çevre ile doğrudan ilgili bir şey. Anlatılan mekân ve dönemde kadının yeri o kadardı zaten. Kadın çok geri planda. Anadolu’nun büyük bir bölümünde kadınla erkek arasında hâlâ büyük bir duvar vardır. Aradaki mesafe derin ve acı vericidir. Çalışmayan kadın, erkeğe mahkumdur; çalışan kadının durumu da aslında ondan farklı değil. Belki daha da kötü, hem çalışıyor hem de evin bütün yükünü omuzlarında taşıyor. Akşam işten birlikte dönüp de eline televizyon kumandasını alıp koltuğuna kurulan ve önüne getirilecek yemeği, ütülenecek gömleği, çayı kahveyi bekleyen, mutfağın yolunu, su bardağının yerini bilmeyen, hazır yemeği ısıtmaktan aciz çok erkek tanıyorum. Bakmayın siz onların süslü sözlerine. Kadına verdikleri değer o kadardır işte. Öykülerimde belli bir çevreyi ve tarihsel dönemi ele aldım. Bir kızla konuşamadan gençliklerini yitiren delikanlıları, sevdiklerini kimseye söyleyemeden baş göz edilen yorgun erkekleri, cinselliği ancak kitaplardan okuyup filmlerden izleyen öğrencileri, ne olduğunu anlamadan ömürlerinin sonuna gelmiş ihtiyarları anlatmaya çalıştım. Sizin sözlerinizden sıranın kadınlara gelmiş olduğunu anlıyorum.
Fulya: Yazar olarak, doğaçlama mı, yoksa belli sistematikler içinde mi yazarsınız?
E.Baran: Öykü ve öykü üzerine çok okumaya çalışıyorum; kuramsal bağlamda da okuyorum ve araştırıyorum, ancak yazarken belli bir plandan yola çıkmıyorum. Hatta yazarken, öykünün nereye gideceğini, nasıl sonlanacağını da tam kestiremiyorum, daha çok sezgilerimle hareket ediyorum. Sonuçta, daha önceden okumuş olduğum tüm öyküleri, tüm öykü kuramlarını bir kenara atıp, onları unutup, yeniden aklıma üşüşenlerle yola çıkmayı yeğlerim. Herhangi bir plan yapmak, şemalar çizmek, yazarı sınırlandırır, kısıtlar gibi geliyor bana.
Feyziye: Bazı öykülerinizin başında şiir alıntıları var. Buna niye ihtiyaç duyuyorsunuz? Pek çok yazarda da var ama sizde yoğun olarak hissettim.
E.Baran: Bu belki de okuduklarımı okurumla paylaşma isteğidir. Ben okudum, bunları seçtim, beğendim ve etkilendim, siz de haberdar olun gibi bir hatırlatmadır.
Feyziye: Sonuç olarak, hayattan çok kitaplardan öğrenme noktasına mı getiriyorsunuz?
E.Baran: Evet, böyle de denilebilir veya benim dolaştığım coğrafya budur, ben buralardan besleniyorum, yazdıklarımı anlamak için bunlara da bakmanız gerekir gibi…
Feyziye: Her öykünün ya da romanın başına bir alıntı koymak gibi kaygınız olmasa gerek?
E.Baran: Yok, bu biraz da kendiliğinden gelişiyor. Emerson’un, “İnsanın kendisi yarımdır, diğer yarımsa ifadesidir” sözünü “Yarım” adlı romanım neredeyse bitecekken buldum, çok denk geldi. Behçet Necatigil’in şiirini de (“Her şey yarım yârim”) kitap bittikten sonra, kitabın adını değerli şair ağabeyim Şükrü Erbaş’a söylediğimde onun yol göstermesiyle arayıp buldum.
Sofya: Unuttuğum Bütün Akşamlar’da, ‘kullanılmayan bir gece’, ‘bahçe akşama yakalanıyor’, ‘kül rengi sessizlik’ gibi etkileyici imgeler var. İmgenin peşinden koşar mısınız?
E.Baran: Koşarım! Şiir yazamadığım için veya bu alanda bir denemem olmadığı için, şiir cümlesine yakın cümlelerin peşinden koşarım. Onları buldukça mutlu olurum. Bir de yazma sürecinde, ben bunu nasıl başka türlü söyleyebilirim, dilin içinde nereye kadar dolaşabilirim ve neler bulabilirim diye çaba gösteririm. Kendi cümlemi, ifademi bulmam gerekiyor. İnsan böyle bir arayış içine girince de farklı şeyler ortaya çıkıyor.
Sofya: Bir de sizin öykülerinizde ağırlıklı olarak Ankara var, öğrencilerin yaşadığı Ankara.
E.Baran: Evet, Unuttuğum Bütün Akşamlar’da ağırlıklı olarak Ankara var.
Sofya: ‘Yarım’ romanında da Ankara var. Öğrencilik yıllarınızla bir paralellik söz konusu mu?
E.Baran: Var tabii. Ama biliyorsunuz, anlatılan hiçbir şey birebir gerçek değildir. Metnin gerçeği başkadır. Hikâyeyle, yazarın yaşantısı arasında bağlantı kurulması alışılmış bir şey ve bence bunun bir sakıncası da yok. Bu okurun bileceği bir şey. Ben de okurken, eğer arka kapakta yazarın fotoğrafı varsa, bu bunu nasıl yazmış diye bakarım; bazen yazıyla yazarı birbirine yakıştırırım, bazen de hayret, bu tipte birinden nasıl böyle bir cümle çıkmış diye saçma bir düşünceye kapıldığım olur.
Sofya: Siz İstanbullu bir yazar değilsiniz. Hani olur ya Boğazın anlatıldığı kitaplar…
E.Baran: Son zamanlarda bu başladı. Bazı çeviri romanlarda görürsünüz, işte Paris’in falanca bulvarından falanca sokağına saptı gibi cümleler. Bizim İstanbul romanlarımızda da bu vardır. Ben de artık bunu düşünüyorum. Niye Ankara caddeleri ve sokakları romanlara girmesin?
Fulya: Nazlı Eray’ın öykülerinin çoğu Ankara’da geçer. Ayrancı’da yaşadığı için oradan çok bahseder.
E.Baran: Yaşanan yere borcumuzu ödemeliyiz.
Sofya: Kitaplarınızda kendinizi çok da saklamıyorsunuz. Ethem Baran kendi öykülerinde ve romanlarında var diyebilir miyiz?
E.Baran: Samimi olmayı, dürüst olmayı önemsiyorum. Ben kişisel ilişkilerimde de kendimi saklamayan biriyim. Beceremem de. Bu doğal olarak yazılarıma da yansıyor. Anlattığım kişilerin kendilerini saklamalarına, rol yapmalarına gerek yok, beceremezler de zaten. Yazmak bir anlamda içinizdeki yüklerden kurtulmaksa, içinize baktığınızda ne görüyorsanız yazdığınız da odur.
Sofya: “Yarım” adlı romanınızda parantez içinde “Şu birde deki ‘de’ fazla değil mi” gibi bir ifade okuduğumda, işte gerçek yazarla karşılaştım demiştim.
E.Baran: Okurla ilişki kurmak gerekiyor. Kendini söyleyen metinler daha çok hoşuma gidiyor. Kendisini saklayan, soğuk, katı metinleri sevmem.
Fulya: Okurdan doğrudan eleştiri alma şansınız oluyor mu? Ya da buna ihtiyaç duyuyor musunuz?
E.Baran: Tabii ki ihtiyaç duyarım. Okurun ne düşündüğünü merak ederim. Ama okurla çok fazla iletişim içerisinde olan biri değilim. Eryaman’da, Ankara’nın uzak bir köşesinde yaşıyorum. Okurla nasıl buluşulur, bunu bilmiyorum sanırım.
Feyziye: Eleştirmenlerin eleştirilerine ne kadar önem verirsiniz?
E.Baran: Önemserim. Eğer beni aydınlatacak, olgunlaştıracak ve zenginleştirecekse hoşuma gider tabii. Eleştiriden çekinmem, beklerim.
Sofya: Eleştiriyi kim yapmalı? Eleştiri kurumu için ne söylersiniz?
E.Baran: Eleştirinin nasıl olduğuna, yapılan şeyin eleştiri olup olmadığına da bakılmalı. Kötü niyetten arınarak, sadece edebiyatı gözeterek, edebiyatın içinden yapılmışsa, bu tabii ki dikkate değerdir ve önemsenmelidir.
Fulya: Daha çok tanıtı yazıları var. Tanıtı yazısında da bir miktar eleştiri olabiliyor gerçi.
E.Baran: Tanıtım yazısı da olsa, yazarı ya da yapıtı görünür kılıyor bu tür yazılar. Yazarın yüreğine bir el uzanıyor, orada hoş bir çırpıntı oluşuyor. Yazarın istediği de fazla bir şey değil ki zaten. Ben de ara sıra böyle yazılar yazıyorum elimden geldiğince.
Sofya: ‘Yarım’ romanında; “12 Eylül’ün yarım bıraktığı hayatları edebiyat tamamlayabilecek mi?” gibi bir ifade yer alıyor. Edebiyatın insanın yapısını özgürleştirdiği ya da ona bir alan tanıdığından bahsediyordunuz. Bu konuyu biraz açabilir miyiz?
E.Baran: Bu belki de sanatın, yani edebiyatın çıkış noktasıdır. Okur olarak da yazar olarak da kendinize bir alan açıyorsunuz. Sanatla birlikte, gerçek dünyanın yanı sıra başka bir dünyaya adım atıyorsunuz. O dünyanın kuralları tamamen farklı, kendine özgü. Eğer yaratıcıysanız, kuralların birçoğunu kendiniz de koyabilirsiniz. Yeni bir dünya, yeni bir alan, dolayısıyla, tabii ki kendine özgü bir özgürlük söz konusu. Bir de, o ifade bana ait değil, yayınevinin yayın politikasıyla ilgili bir durum.
Sofya: Yazar açısından değil de daha çok okuyucu açısından yaklaşmak istemiştim.
E.Baran: Okuyucu için de aynı şey geçerli. Elinize bir kitabı aldığınızda artık oturduğunuz koltukta değilsinizdir. Bambaşka bir dünyanın kapısından içeri girersiniz, orada anlatılanları, kendinize göre biçimlendirir, algılar, yorumlarsınız. Orada, yani kitapta, sizin yaşadıklarınızla benim yaşadıklarım farklıdır.
Fulya: Yazma esareti gibi bir şey oluşmuyor mu? Aklınız hep bir şeyler üretmekte. Böyle de bakabilir miyiz acaba?
E.Baran: Yazmak tabii ki çok sıkıntılı bir süreç.
Fulya: Demek istediğim belli bir süre sonra yazıdan çıkamıyorsunuz değil mi?
E.Baran: Aslında çıkmak da istemiyorsunuz. Bile bile kendinizi dört duvar arasına mahkûm ediyorsunuz. Kâğıdın çerçevesi içerisine kendinizi hapsediyorsunuz. Mutluluğu ve mutsuzluğu orada birarada yaşıyorsunuz. Ama yine de yazmak dünyanın en güzel şeyi. Sınırsız, özgür bir dünya…
Sofya: Özgürlük sorunları olan bir toplumda yaşıyoruz. Okumak özgürleştirir dersek, kısır döngümüzün bir nedeni okumamamız mı?
E.Baran: Cevabı içinde olan bir soruydu bu. Bu konuda çok haklısınız. Okumuyoruz, okumadığımız için de az biliyoruz ve mahkûm oluyoruz. Bilgisiziz.
Feyziye: Bir yazar zaman zaman kâğıdı ve kalemi bırakır, yazmayı durdurur, bunun nedeni sizce nedir?
E.Baran: Ben yazmaya hiç ara vermedim ama tanık olduklarım, bildiklerim var. Belki de yazarlar, sanatçıların içinde ilgiye en muhtaç, en kırılgan olanlarıdır. Zor hayat karşısında çok dayanıklı değiller sanırım. Umduklarını bulamadıklarında, bir şeyler yolunda gitmediğinde, hem yazıya hem kitaplara, hem dünyaya hem hayata mesafeli durabilirler. Bu bilinçli de olabilir, bazı koşulların zorlaması sonucu da olabilir. Var böyle yazarlarımız. Umduğunu bulamayan, kırgın pek çok yazar var.
Sofya: Bir kahramanınız “Herkes kendi hayatının ve ölümünün sahibi olmalıdır” diyor. Sizin yazım serüveninizin temelinde bu söz mü var?
E.Baran: Vardır tabii, ama sonuçta ayakta kalabilmek bütün mesele, kendi başıma ayakta kalabilmek. Bir hayata sahip olmak ve onu yaşamak… Onun için okuyup yazıyorum.
Sofya: Deli Bilo, şu tımarhanede ölen kahramanınız. O gerçek mi?
E.Baran: Artık bir romanda yaşadığına göre gerçektir herhalde. Hani her kasabanın, şehrin bir delisi vardır ya, Bilo da romandaki şehrin delisi, romanın delisi. Yarım romanında mahkûmun kendisini benzettiği, benzemekten korktuğu kişi o. Aslında hepimiz bir anlamda Bilo gibiyiz, elimizi kolumuzu bağlamışlar veya biz kendi kendimizi bağlamışız, kurtulmaya çalışıyoruz. Bunu ne derece başarıyoruz bilemiyoruz, ama sonuçta bir özgürlük sorunu var. Bu hem cezaevindekiler hem de dışardakiler için geçerli.
Fulya: İlk öykünüz 1978’de yayınlanmış olmasına rağmen biz sizi kısa bir süre önce fark ettik. Bu anlamda edebiyat dünyasında çok geç farkedildiğinizi düşünüyorum. Hâlbuki yazar okunsun diye yazar ve kitap çıkarır. Sizce yazar kitaplarının okunması için bir şeyler yapmalı mıdır?
E.Baran: Bu biraz da benim hayat serüvenimle, kişiliğimle ilgili bir şey tahminimce. Belirttiğiniz gibi çok erken yaşlarda yazmaya başladım. İlk kitabım Milli Eğitim Bakanlığı yayınlarından çıktı, çok da bastı, ilk baskı yirmi bin, ikincisi beş bindi. Bir iki yıl içinde tükendi. MEB’in dağıtım ağının çok gelişmiş olmasından kaynaklandı. Sonraki kitabım Kurutulmuş Gül Mevsimi üç baskı yaptı, her biri beşer bin basıldı ve tükendi. Ancak, kitaplarım bu kadar çok basılmış olmasına rağmen gerçek okur kitlesine ulaşamadı.
Fulya: Milli Eğitim pek edebiyat dünyasına dâhil değil galiba?
E.Baran: Milli Eğitimin bastığı kitapların edebiyatın gündemini yakalama ve yansıtma konularındaki konumu tartışma konusu olmuştur her zaman. MEB’nın bastığı kitaplara karşı bir önyargı olduğu kuşkusuzdur. Her şeye rağmen orada çalışıyor olmam işimi kolaylaştırdı bir anlamda. Dosyamı alıp yayınevlerine başvurmak bana biraz zor geldi galiba.
Fulya: Düşünce olarak yazar kendini tanıtmak için çabalamalıdır değil mi? Yazar yazdıklarının okunmasını ister sonuçta.
E.Baran: Sanırım başlangıçta cesaretim ve kendime güvenim yoktu. Yazdıklarımın kabul görüp görmeyeceği endişesini taşıyordum. Hiç yazar tanıdığım yoktu. Çevremde okuduklarımı paylaşabileceğim kimse de bulunmuyordu. Kendiliğimden gidip birileriyle tanışmayı da beceremem. Yazdıklarımı okuyan birine nasıl bulduğunu sormayı ayıp sayarım. Söyleyecek bir şeyi varsa söyler diye düşünürüm. Bu ülkede kimse kimseyi okumaz, okusa da ne düşündüğünü söylemez; böyle olunca da değil kendini tanıtmak, daha çok saklanmak istiyor insan.
Sofya: Yazarın yazarla olan ilişkisinden bahsedecek olursak, Hasan Ali Toptaş’la dostluğunuzu biliyoruz. Yazma serüveninizde birbirinizi ne derece etkilediğinizi düşünüyorsunuz?
E.Baran: Hasan Ali beni çok etkiledi. Ben onun en başta gelen okurlarındanım. Severek, defalarca ve her defasında yeni keyifler alarak okuyorum. O da benim öykülerimin ilk okuyucusudur.
Sofya: İnsan doğadan kopuyor, bu nasıl etkileyecek yazdıklarınızı?
E.Baran: Ben doğadan arınmış metinleri çok sıkıcı buluyorum ve sevmiyorum. Dolayısıyla kendi metnimi kurarken de onu doğadan yalıtmayı hiçbir zaman düşünmedim. Sözcükleri yan yana sıralarken, aralardan bir yerlerden bir rüzgâr esmezse, yaprakların hışırtısı duyulmazsa yazının kuruyacağını, kararacağını düşünüyorum. Dolayısıyla, cümlenin birinde olmasa bile bir diğerinde doğa kendini göstermeli gibi geliyor bana. Çünkü yağmur en güzel kitaplarda yağar. Güz en çok kitaplarda güzeldir. Kış sayfalarda ne güzel yaşanır.
Sofya: Bu konuda benim tereddütlerim var. Kendime ve çevreme baktığımda, hiçbir şekilde doğayı görmüyorum.
E.Baran: Küçük bir çocuğa resim yap dediğinizde, ev resmi çizer, tek katlıdır ev, bacası da yaz-kış tüter, çevrede de ağaç vardır. Yani çocuk şehir, cadde, sokak yerine tepe, dere yapar. Bu insanın içinde olan bir şeydir.
Fulya: Bu durum sanırım değişiyor. Çocuklar başlarda tek katlı evler, ağaçlar çizse de sonraları robotlar, arabalar, çizgi film yaratıkları çizmeye başlıyorlar.
E.Baran: Yani çocuk öğrendikçe tek katlı evler kayboluyor.
Sofya: Yeni öykücüleri okuyor musunuz bilmiyorum, ama 20’li yaşlardakilerin yazılarında, kendi iç bunalımlarını anlatan, kendi içine sıkışmış insan tiplemeleri var. Daha çok içsel deneyimler söz konusu. Doğadan uzaklar.
E.Baran: Genç öykücülerin yazdıklarını okuyorum. Dönemsel etkilenmeler, yaşanılan ortam, yaşam koşulları gibi pek çok etken var tabii.
Feyziye: Genç öykücülerle sizin çıkış noktanızı karşılaştırırsak, sizinki sanki daha çok “acı” noktasından çıkmış gibi geliyor.
E.Baran: Evet, daha çok hayatın kaçırılmış, yakalanamamış anlarını anlatmaya çalışıyorum. Ama illa şunu anlatacağım veya ben şunu yazmam diye kesinleşmiş kurallar koymam kendime. Benim içime düşen öyküler bunlar demek ki. Anladığımı sandığım öykü kişilerini anlatıyorum. İçinde yaşayabildiğim öyküleri…
Sofya: Ama şu sıralar, tüm gününü bilgisayarın başında geçiren bir gençlik var. Bu gençleri gerçek dünya pek de ilgilendirmiyor. Sanal ortam, hatta sanal ilişkiler var. Sonuç olarak yavaş yavaş bunlar yazılmaya başlandı.
E.Baran: Tabii, bu konu artık edebiyatın da alanına girecek kuşkusuz. Yeni kuşakların dünyalarını çevreleyen ufuk bu. Dolayısıyla bunun dışına çıkmaları o kadar kolay değil.
Sofya: Bilgisayar başında, sanal ortamdaki o insanları yazacak mısınız?
E.Baran: Benim öykü alanımı bir kasaba olarak kabul edersek, Anadolu’nun o kasabasının öykülerinin daha bitmediğini düşünüyorum. Ben hâlâ oraya devam ediyorum. Dönüşsüz Yolculuklar Kitabı’nda ve Bozkırın Uzak Bahçeleri’nde hayatını bilgisayarın başında ya da porno film seyrederek geçiren tipler vardır. Aslında kıyıdan köşeden de olsa bu söylediklerinize benzer şeyler benim öykülerime de girmeye başladı. “Yaş Kiremitten Su Damlar” öykümde okur yazar olmayan iki kardeşin o zaman için yeni bir teknoloji olan teyp kasetiyle mektuplaşmalarını, bir yanıyla teknolojiye ayak uydurmalarını anlatmıştım. Şimdi MSN çılgınlığı, mail trafiği vb. var. Bunlar da edebiyattaki yerlerini alacaklardır kuşkusuz.
Sofya: Binalara, bilgisayarlara hapsedilmiş bir gençlik geliyor ve bunlar sizi anlamayacaklar.
E.Baran: Evet, onlar bizim yazdıklarımıza masal gözüyle bakacaklardır. Örneğin arkadaşlarla oturup konuşurken, çocuklar anlattıklarımızı masal niyetine dinleyip “Hadi biraz daha anlatın” diyorlar. Bazıları da bana, “Ya sen ne güzel çocukluk yaşamışsın” diyor. Oysa benim çocukluğumun neresi güzel. Ayakkabımız bile yoktu, yaz kış aynı şeyi giyerdik, çarşı ekmeği alıp yemek bile önemli bir olaydı. Böyle bir çocukluğu anlatıyorum şimdiki gençlere, masal gibi geliyor. Bunun nedeni, belki de içinde oyunun ve hayalin olmasıdır. İnsanların düşlere, hayallere eğiliminden kaynaklanan bir şey de olabilir. Biz o zaman hayallerimizi yaşamayı, kişiselleştirmeyi biliyorduk. Buna fırsatımız da vardı. Şimdiki çocukların hayal kurmasına bile gerek yok. Hazır kurulmuş hayaller sunuluyor.
Sofya: Öykülerinizde, genç, delikanlı, işsiz, umutsuz, kahve köşelerinde, üniversite sınavını bekleyen insan tiplemeleri çok fazla. Bu tanıklık ettiğiniz bir dönem değil mi?
E.Baran: Evet doğru, hem tanıklık ettiğim, hem de anlatmayı tercih ettiğim bir gerçeklik.
Sofya: Bir de anlattıklarınız arasında göç olgusu var. Gecekondu mahalleleri ve onların arasına sıkışmış dünyalar var.
E.Baran: Son dönem edebiyatında bu biraz anlatıldı, ancak belli bir şablon içerisinde. Sonuçta bu bir tercih meselesi. Ben, gördüğüm gibi göstermeyi yeğliyorum.
Sofya: Ben kadınları anlatan öykülerinizi okumayı çok istiyorum.
E.Baran: Unuttuğum Bütün Akşamlarda ve diğer bazı öykülerimde bu bağlamda kadınları anlatan öykülerim yok değil. Aşkı anlatıyorum.
Sofya: Erkeğin aşkı anlatılıyor, kadınınki değil.
Feyziye: Yazma süreci aile hayatınızı etkiliyor mu?
E.Baran: Kendime ait odam var, bu açıdan rahatım. Ama işi hiç bitmeyen bir adamın evdekilere sevimli görünüp görünmediğini bilmiyorum. Eşime, kızıma ve arkadaşlarıma yeterince zaman ayırmaya çalışıyorum. Yine de ev işlerine istediğim ölçüde yardım edememenin sıkıntısını yaşıyorum.
Sofya: Yazılarınıza dönersek, Hasibe Nine var, o yılan sahnesi çok etkileyici anlatılmış. Gerçeklik payı var mı?
E.Baran: Evet, o benim ninemdi. Evimizde su yoktu, mahalle çeşmesinden kovalarla taşırdık. Kovaların üzeri tahta kapakla kapatılır ve üstünde de bir tas dururdu. Kapak açık kalırsa yılan akar, derlerdi. Ninemin yılan yuttuğunu söylediği yıldı, cümlesinin kaynağı budur, tabii ki gerçekten yutulan yılan filan yok.
Feyziye: Sizin yazılarınızda bir de dede figürü var…
E.Baran: Beni dedem büyüttü. Onların yanında kaldım. Onun bana sevgisi çok başkaydı. Beni çok şımartırdı. Çok da kendine özgü bir adamdı. Yazmanın benim için en güzel tarafı, onları yazdığımda o günleri yeniden yaşıyor olmam. Yazarken o yılları, gene onlarla yaşıyormuşum gibi hissederim. Yazmanın güzel tarafı da belki bu.
Fulya: Çocukluk döneminin yazma sürecindeki en büyük kaynak olduğu söylenir. Sizin öyküleriniz içinde bu geçerli sanırım.
E.Baran: Çocukluk hiçbir yere gitmiyor, sürekli içimizde. Edip Cansever’in “Gökyüzü gibidir çocukluk, hiçbir yere gitmiyor” sözü vardır ya…
Sofya: Yazma sürecinizde beslendiğiniz kaynak yine kendiniz…
E.Baran: Doğru, bu bütün yazarlar için böyledir. Örneğin Deli Mevlüt’ü anlattığımda ben Deli Mevlüt olmuştum. Ölmüş annesinin koynunda yatan, yaylada diğer çocuklarla bilye oynayan çocuk. Yazdığınız süre içerisinde siz o oluyorsunuz, zaten buna mecbursunuz da, onun yerine geçmek durumundasınız.
Sofya: İyi bir halk müziği dinleyicisisiniz sanırım. Ama batı müziği dinleyen (Fink Floyd) bir kahramanınız da var. Müzik konusunu biraz konuşalım mı?
E.Baran: Batı müziği konusunda iyi değilimdir. Dinlerim ama dinlediklerimin kim olduğunu bilmem. Şarkıların adlarını pek de aklımda tutamam. Gençlik yıllarımızda çevremizde yabancı müziğe pek raslanmazdı, ancak TRT’de dinlerdik. Hafif müzik olarak da Barış Manço, Cem Karaca hoşumuza giderdi. Bunun dışında arabesk dinlenirdi. Yabancı müziği hiç sevmezdik.
Fulya: Yabancı müziği sevmeme nedeniniz ne olabilir, dönemsel olarak bakıldığında, vatanseverlik falan mı?
E.Baran: Yok. Yaşanan ortamla, koşullarla, yaşam biçimiyle ilgili olmalı. Küçük bir şehirde, okul dışındaki zamanlarınızı top oynayarak ya da kahvede oturarak, mahallede kız peşinde koşarak geçiriyorsunuz. Orhan Gencebay veya Ferdi Tayfur’un söylediği şarkılar sizin yaşadıklarınız ve hissettiklerinizle yan yana düşüyor. Yabancı müziğin ise hayatınızda hiçbir karşılığı yok. Okulda müzik dersleri ya boş geçiyor ya da nota ezberletiliyor, çocuk şarkıları, marşlar söyleniyor. Klasik müzik alay konusu. Bir tane Allah’ın kulu çıkıp da o müziğin nasıl bir şey olduğunu, bütün dünyanın onları dinlediğini bize anlatmıyor. Halk müziği babalarımızın, annelerimizin dinledikleri müzik. Türk Sanat müziği ise biraz daha okumuşların. Halk müziğinin değerini ve önemini anne ve babamızın yaşına gelince anladık sanıyorum. Sözlerine kulak vermeyi öğrendikten sonra da o vadide kaybolmaktan başka çıkar yol kalmıyor size. Bugün hemen her tür müziği, seçerek dinliyorum. Yazarken iyi geliyor bazı müzikler. Fena sayılmayacak bir koleksiyonum var.
Fulya: Edebiyat dergilerini takip ediyor musunuz?
E.Baran: Dergiler edebiyatın mutfağıdır. Ben de uzun yıllar dergicilik yaptım. Dergilere karşı hassas bir tarafım vardır. Çıkan dergileri merak ederim, iyi dergileri gördükçe heyecanlanırım. Dergiler edebiyatın ve edebiyatçının genç kalmış tarafıdır, gençliğidir gibi gelir bana. Bu yüzden izlerim. Dergilerin birçoğunu da onların yaşamasına katkı olsun diye alıyorum, almaya çalışıyorum. Tamamını okumak zor tabii. Zaman kalmıyor. Dört beş dergi, bir de bir dolu kitap aldığınızı düşünün, okumaya fırsat bulamayabiliyorsunuz. Ama kapanmasınlar diye ekonomik gücüm elverdiğince almaya çalışıyorum. Ve dergileri seviyorum. Edebiyatın nasıl canlı bir şey olduğunu yakından görmek hoşuma gidiyor.
Sofya: En çok beğendiğiniz yazar kimdir? Ya da başucu kitaplarınız nelerdir?
E.Baran: Başucu kitaplarım o kadar çok ki. Türlerine göre ayırıp listelemek gerekir şimdi. Yazarlar da öyle. Cervantes’ten Dostoyevski’ye, Kafka’dan Borges’e, Calvino’dan Cortazar’a, Marquez’e, Woolf’a ve elbette Proust’a, daha nicelerine uzanmak gerekir. Bizim edebiyatımızda da çok isim sıralayabilirim. Son dönemden birkaç isim vermek gerekirse, tabii ki Hasan Ali Toptaş başta gelir; Orhan Pamuk, Selim İleri, Cemil Kavukçu, Faruk Duman, daha gençlerden Abdullah Ataşçı aklıma ilk gelenler. Bu biçimde ad söylemenin pek çok sıkıntılı yönü var aslında. Söylemediğiniz yazarlara haksızlık etmişsiniz gibi oluyor.
Fulya: Yaşar Kemal’i ne kadar okudunuz ve ne kadar etkilendiniz?
E.Baran: Ne kadar etkilendiğimi ya da etkilenip etkilenmediğimi bilmiyorum. Ama ben ortaokulda Yaşar Kemal okumaya İnce Memed’le başlamıştım, sonra Orhan Kemal ve Kemal Tahir okudum. Yazmaya romanla başladım. Aynı Yaşar Kemal’in anlattığı gibi, köy atmosferli romanlar düşünüyordum. İlk yazmaya başlamamda etkisi olmuştur, aynı şekilde Orhan Kemal’in de. Bugün içinse, hâlâ keyif almak için zaman zaman geri dönüp okuduğum bir yazardır. Neredeyse bütün kitaplarını okudum diyebilirim.
Sofya: Buradan yola çıkarak, dünya edebiyatında Türk yazarların yeri nedir diye sormak istiyorum. Dünya raflarında yer bulabiliyorlar mı?
E.Baran: Geçenlerde bir yerde okudum. Frankfurt Kitap Fuar’ı anlatılıyordu, bununla ilintili olarak bizim yayıncılığımızın emekleme aşamasında dahi olmadığından söz ediliyordu. Başka biri de Tahran Kitap Fuarı’ndan söz etmiş ve oradaki durumu tanımlamak için “Kuğulu Parktan Ulus’a kadar olan bir bulvar sağlı sollu kitapçılarla dolu,”demişti. Böyle bir dünya ile yarışılıyor. Bir dönem Fethi Naci, bu durumu futbol örneğiyle açıklamıştı. Futbolumuz da edebiyatımız da kendine yer açmaya uğraşıyor. Sanırım yalnızca yayınevlerinin çabasıyla altından kalkılacak bir sorun değil bu. Doğrudan devletin katkı sağlaması, bir kültür politikası geliştirmesi lazım. Çeviri konusunun ciddiyetle ele alınması ve desteklenmesi gerekir. Türk edebiyatının dünya edebiyatı içinde bilinir, tanınır olması için projeler geliştirilmeli. Yoksa Türk yazarları diğer yazarların daha gerisinde değil. Orhan Pamuk’un Nobel alması son derece gurur vericidir ve çok önemsenmelidir. Bir Alman gazetesinin, Hasan Ali Toptaş’ın Gölgesizler romanından bahisle, “Bu kitabı okumak için Türkçe öğrenmeye değer” demesi az şey midir?
Lacivert: Göksu kenarındaki bu güzel söyleşi için çok teşekkür ediyoruz.
Lacivert, Eylül-Ekim 2008, Sayı: 23
“İnsanı dış dünyadan soyutlamak mümkün değildir. Hatta insanın dış dünyası ile iç dünyası birbirinin ayrılmaz parçalarıdır. Bir öykü ya da roman kahramanının dış dünyasını, onu kuşatan doğayı anlatıyorken, aslında anlatılan iç dünyasıdır. ”
Söyledikleriize katılıyorum. Sevgiler size.
Yazdıklarınız harfiyen güzel Sevgilerle