ADALET AĞAOĞLU İle Edebiyat Üzerine… (Sayı:51)

adalet ağaoğlu-1

Fulya Bayraktar: Bir internet sitesi yazarı, adınıza açılmış bir sayfada; “Cumhuriyet kadınının tüm açmazlarını öğrenmek isteyen kişilerin roman külliyatını hatmetmeleri gereken büyük yazar, özgürleşmenin içindeki tutsaklığı, modernleşmenin simgesi olma ile evinin kadını olma arasındaki gerilimleri muazzam anlatmıştır” demiş, sizin için. Böyle bir tanımın, sizi ifade ettiğini düşünüyor musunuz?
Adalet Ağaoğlu: Bu sorunuzdaki aktarımınıza bakarak şöyle bir açıklama yapabilirim: Bu bakış özellikle DAR ZAMANLAR ana başlığı altında topladığım üçleme romanlarım bakımından doğru olabilir, ancak ‘cumhuriyet kadınının’ yerine, o dönemin ‘açmazlarına’ ilk ve ikinci cumhuriyet kuşaklan ve onların çerçevesindeki insanlar bakımından eğilmek gerekiyor. Sadece kadınların değil bütün bir toplumun dışa vurulamamış ikilemlerle dolu hayatı sözkonusu burada. ‘Ev kadını’ olup kalma/kalamama tartışması, büyük bir değişim anının içine düşen insanların yaşadıkları sarsıntıları anlamlandırmaya yetmemekte. Olsa olsa salt feminist ideologlarına pas vermeye yarar böyle bir yaklaşım. ‘Kadın cinsi’nın tedirginliği daha çok üste çıkabilir, ama önünde sonunda onların ana ve babalarının gizlenmiş dramları görmezden gelinemez.
Ölmeye Yatmak/ Bir Düğün Gecesi/ Hayır… adları altındaki roman üçlemesinin ilkini Türkiye Cumhuriyeti Devletinin hedefi ve bunun hayata geçirilişinin ‘teşhisi’ni yapabilmenin, sistemi ameliyat masasına yatırmakla mümkün olabileceği dürtüsüyle yazmıştım. Ötekiler ve diğer kitaplarıma ise bu ameliyatla varılmış bir hastalık teşhisinin tedavisine girişme çabaları gözüyle bakılabilir.
Genellikle her ilk romana, gerçeğe hayli yakınlıkla yazarın hayatından çıkma otobiyografik bir iş diye bakılır. Ölmeye Yatmak’ın ana karakteri Aysel’e yazarın kendisi diye bakılabilmiş olsa da, ben Aysel değilim. Gerçi bir anlatıcı olarak Aysel’e ‘ben’ rolünü biçtimse de, İlkokul Öğretmeni Dündar’ın öğrencilerini eğite azarlaya bir ilkokul müsameresine ‘mecbur kıldığım’ unutulmasın. Ayrıca romanda çok boyutlu bir kurgulama sağlayabilmek uğruna edebiyatın, yazılı anlatının bütün türlerine asılmam var ki, inanın bu da belki cinsel mercek öne çıkarılarak bana da ‘kadın yazar’ ünvanı takılmasından korktuğum için olmuştur.
Her şeye karşın sorunuzda değindiğiniz internet yazarının benim edebiyat dünyama gösterdikleri ilgiye teşekkür ederim.
Okurların kendilerine özel çözümlemeleri değerlidir. Romanlarımın birini bile ‘son’ diye noktalamak istemedim. Okurun arayış ve yaratıcılığına bir pay bırakmak, onun okudukları üstüne yeni tasavvurlarını kışkırtmak için…
Tümay Çobanoğlu: Yaşadığımız çağa, topluma olan sorumluluk duygunuzun, içinizdeki muhalif ruhun, sorgulama dürtünüzün sizi yazma konusunda harekete geçiren önemli etmenler olduğunu söyleyebilir miyiz?
A. Ağaoğlu: Evet. Söylenebilir: Bu açıklamanıza ille de şunu eklemem gerek: Yazarlığın, ressamlığın, hemen bütün yaratıların itici gücü muhalefet damarı, bu damarın şiddetli kışkırtısıdır. Her şey yolundaysa ne diye yazmaya, çizmeye, çalıp oynamaya sıvanılsın ki? Farkına varabildiğiniz haksızlıkların, taşınamaz hale gelmiş ikiyüzlülüklerin dışavurumu küfürle, şiddetle, ölüm ve kıyımla değil, ancak ve ancak estetik boyutların kurgulanmasıyla mümkün olup, bu da küfürbazın, katilin, faşistin dönüp kendine bakmasına, kendisiyle hesaplaşmasına yol açabilir. Buna ‘eğitmek’ değil de ‘kendine getirme kültürü’ diyelim artık. Yabancı bir yazarın şu sözü hiç aklımdan çıkmaz: “İnsanoğlunun en hayırlı belâsı çaresizliktir.” Çaresizlik yaratıcıdır demeye getiriyor.
Tümay: İyi bir roman, senfoni izlenimi veriyor bana. Çok sesli, farklı, çelişkili ama hiyerarşik bir düzen içinde kurgulanmış öğelerin yer aldığı, değişik türlerin harmanlandığı… Sizin romanlarınızda da bu tadı alıyorum. Hayattaki çoksesliliği dile getirme anlamında, romanın sağladığı imkanlar nelerdir sizce? Diğer edebi türlere göre avantajlı olduğu söylenebilir mi?
A. Ağaoğlu: Bakın işte bunu sizin gibi bir okurumdan duymak pek hoşuma gitti. Çükü ben romanlarımı gerçekten de konçerto, senfoni gibi orkestral bir beste yapıyormuşçasına sesini/sedasını duya duya yazmak istemişimdir. Romanın hayatına, zaman ve mekânına uygun bir iç sese ulaşabilme uğruna ilk yirmi-otuz sayfayı yazıp yazıp yırttığım çok olmuştur. Çok seslilik evet. Belirttiğiniz gibi hayatın ta kendisi bu. Böyle.
Daha az çalgıyla, seslerin alışverişinin daha az ama çok daha derin diye algıladığım Oda Müziği’nin yazar tarafından kendine has notalarıyla, yani kelimelerle ‘bestelenmesi’ de mümkün. Böylesine ‘Oda Romanı’ tanımını kondurduğum da olmuştur. Kısa ya da uzun hikâyeler de bu kategoriye girebilirler, ama biraz zorlayarak.
Müzikalite sadece şiirlere has bir kavram ya da tanım değildir ki. Sözlükler notalarla paslaşan kelimelerle dolu.
Değerli şair ve edebiyat eleştirmenimiz, incelemecimiz Hilmi Yavuz bir yazısında Üç Beş Kişi adındaki romanıma değinirken “… Bu romanın dili, kelimelerin akışı zaman ve mekânına uygun: Kesik kesik hızlı hızlı akan cümleler söz konusu. Çünkü roman bütünüyle bir ‘gece yasağı’ sırasında geçmekte olup herkes gece yasağı saatine yakalanmamak için koşturup durmakta,” diye yazmıştı ve bu değinişten benim bile gözüm/gönlüm açılmıştı. Hiç unutamam…
Roman, senfoni diyerek açtığınız bahis aklıma New York Üniversitesi Ortadoğu Bilimleri Bölümü öğretim üyesi Sibel Irzık’ın -ki kendilerinin bizdeki yeri Boğaziçi Üniversitesi’dir- romanlarım üstüne yaptıkları geniş bir incelemesini getirdi. Toplumsal Dış Gerçekçilik ve Kişisel İç Şiir: Adalet Ağaoğlu’nun Romanlarındaki İnce Ayar başlığını taşıyan bu incelemeyi burada anmadan geçemiyorum.
Fulya: Sizi ve yazdıklarınızı “zaman” kavramından bağımsız olarak düşünmek neredeyse imkânsız. Belki, yazmaya başladığınız dönemin de etkisiyle, zaman kavramı, zaman algısı, değişen zaman, özellikle de en kısa zaman (an) ile çok ilgilendiniz. Zaman, hayat ve edebiyat ilişkisi hakkında bize neler söylemek istersiniz?
A. Ağaoğlu: Biliyor musunuz, klasik roman anlatım ve kurgulanışlarından bıkkınlık duymaya başlamıştım. Ya yazarın ya da ana kahramanlardan birinin ‘anlatılarıyla’ düz bir çizgide, dün ve şimdi çekimleriyle akıp gitmektedir her şey; ‘mişli geçmiş’ bile yok. Hayalleri, özlemleri, iç kavgaları… Peki nerde bunların gelecek zaman çekimleri? (Mışli geçmiş Türkçe’den başka dillerde yok nerdeyse.) Salt bunun altını çizmek için bile Gece Hayatim’ı yazdım. (Rüyaların anlatımı kitabı.) Çok kendine has bir deyiş, bir üslûbu var bunun “Meğer şöyle değilmiymiş, meğer böyle değilmiymiş, ânında şu olmakta, ânında bu olmakta vb…” ve bunların fiil çekimleri.
Klasik roman, hadi artık modern diyelim Freud’un cinsiyet, erotizm merakından giderek ‘bilinçaltı’ meselesini ortaya attığı 1920’lerde bu analiz yalnızca İngiliz yazarlarında öyle bir bilinç aşısı yerine geçmiştir ki, sanırım ‘Freud’e tapan’ yazarlar bilinçaltının çözümlerini nasıl yazabileceklerini şaşırıyor, bilinçaltında gezinen düşüncelerin cümlelerini altlarını çize çize ya da italikle basılma yoluyla hallediyorlar sözde. (Bkz: Virgina Woolf.) Onların bir Blumsburry yazar ve yayınevi çetesi var ki, inanın bunu kırk elli yaşlarımda çakabilmiş, giderek de resmen küçümsemişimdir. Çünkü artık olmamışı olmuş gibi fiiliyata dökmüş, çok özlenenleri on anda oluyormuş, olmasından çok korkulan şeyleri de o anda olmaktaymış gibi gözümü kırpmadan yazma cesaretini gösterebilmiştim. Yadırgandım tabii. Bunların çekimleriyle yazdığım romanlarım en az okunanlar oldu; ısrarcı davrandım: Hayır…’ı bu minval üzre yazdım: Her biri kendi fiil çekimleriyle mektuplar, günlükler, hayaller, tasavvurlar, özlemler… Hepsi de olmamışı olmuş gibi yazmak hesabım adına… Öyle ki sonuçta okurumla birlikte bu ‘garabet’e alıştık gitti. Çok özlediğiniz biriyle buluşacaksınız. Beklenti içindesiniz, öyle ki nerdeyse buluşmanın heyecanını yaşayadurma hallerine düşmüşsünüz, derken: ‘Cek’ zamanı yerini ‘yor’ zamanına bıraktı, çekip gitti…
Sofya Kurban: Müzikle, sinemayla aranız nasıl? Yazım sanatı dışında sanatın farklı alanlarından beslenir misiniz? Roman sanatını, “Zaman” kavramı üstüne kurmuş birisisiniz, (biri olarak) bu bağlamda bilimsel gelişmelerle ne ölçüde ilgilisiniz? ( Sözgelimi fizik, kuantum ve…)
A. Ağaoğlu: Müzik de, sinema da, resim sergileri de, inceleme ve tarih kitapları da benim besinlerimdir. İlgilenirim. Menülerimde hepsinden az ya da çok bulunur; tabii yerine ve zamanına göre. Sadece rakamlılardan ne ve neler varsa, bunlara yanaşmam; çünkü rakamlı bilgileri hazmetmekten yoksunum. Buna rağmen dünyanın değişimi, geleceğin planeti, güneşi, ayı, suyu, açıkçası günümüzün belirsizliği meseleleriyle çok yakından meşgulüm. Öyle ki, günübirlik siyasete bulaşıyor gibi oluşum da bütünüyle bu yüzden galiba. Şu küreselleşme döneminde her şey yerel bizim siyasal, ekonomik ve toplumsal hayatımızda. ‘Para ve silah’ alışverişi de, nükleer artıklar da gelip dayandı kapıya; geleceği keşif mecburiyetine; ama gündemi düşük. Yeryüzünü kaplayan şu ‘belirsizlik’ devrine bir ayna tutabilsek keşke… Evet, ‘zaman’ hepsinin başında olmak üzere sanatın diğer türleriyle ilgilenirim; bazılarıyla aramda derin ortaklıklar kurabilirim.
Fulya: Hemen her ortamda, dönem romancısı olarak anılıyorsunuz. Romanlarınızı, bir dönemin gerçeklerine, yaşanmışlıklarına bağlamayı özellikle mi tercih ettiniz, yoksa okur algısı mı böyle bir tanım yarattı?
A. Ağaoğlu: Sanıyorum bu durum hayatın minicik ayrıntılarına dikkat kesilmemden doğmakta. Bu merak kendim farkında bile olmaksızın bakıyorum da bende bir sezgi gücü yaratmış. Ben günübirlik hayatımda da yarını bugünden yaşamaya başlarım. Ancak doğa diyalektiği benim sezgi gücümden çok daha güçlü.
Bakınız, bu sorunuz beni hiç zorlamadı, çünkü bazı romanlarımın yayını üstünden 40-45 yıl geçtiği halde, reklâmsız-tanıtımsız falan yeni yeni basımları yapılabilmekte… Durumun farkındayım, ama şaşkınım da… Demek ki günümüzün, bu dönemin olup bitenleri okurları geçmişte okudukları romanlarımı hatırlamaya kışkırtmakta… Şu da artık çok iyi biliniyor. Edebiyat türleri içinde en fazla merak unsuru olup okunan tür Roman. Aslında ben ‘roman yazmaya’ geçmeden önce tiyatro oyunları yazıyor ve nerdeyse hemen hepsi sahnelenip ‘seviliyordu’ diyebilirim. Tiyatro eserleri yazarı o yazar yapmaktan çok uzak. Resmi tiyatroların sansürü, ödenekli tiyatroların “ya tutmazsa???” endişesi. Devlet tiyatrolarında oynanan bir oyunum sırasında devrin kültür müsteşarıyla büyük boğuşmalar oldu. Oyun yazarlığımda oto sansür sahibi olmamaya inanın çok emek verdim; öyle ki sonunda boşandım ve ‘romancı’ olup çıktım.
Ben yazarken sadece tasarladığım romanın hayatını düşünürüm. 65 yıldır yazarlık tasarılarıma hükmeden de sadece içinde yaşayıp durduğumuz dar zamanlar… Bunun yarattığı çaresizliği yüklenebilmek…
Tümay: Bir romanın ilk cümlesinin kuvvetine inanır mısınız? “İntihar etmeyeceksek içelim bari”, Bir Düğün Gecesi’nin ilk cümlesi, yıllardır unutulmaz bir söyleyiş olarak dilimizde. Bir sivil itaatsizlik formülü, kafa tutma, muktedirle dalga geçme ifadesi, hatta Kaybedenler Klübü’nün direniş mottosu olarak yorumlanmıştı.
A. Ağaoğlu: Özellikle isterim bunu. Yukarda belirttiğim gibi romanın ilk cümleleri çok önemlidir benim için. Konçertoların ilk vurgusu da hep akılda kalır ve yürürken bile “intihar etmeyeceksek içelim bari” diye içten geçirilip durduğu gibi (çok ayıp olmasın ama) Beethoven’in 9. Senfonisi de yürünürken, gezilip tozulurken ıslıkla çalınır durur. Açıkçası bu melodi yürüyüş adımlarına da uygundur. Sözaçtığınız romanın ilk cümlesi hakkındaki çözümlemeniz yerli yerinde doğrusu. Kendim böylesine ölçülü biçili tartamazdım.
Aslında biliyor musunuz ben Yazsonu romanıma Lermontov’dan dört kısa dize attırarak hemen altına da “Her şey kendi doğrusunu bulur” cümlesini çırpıştırarak başlamışımdır. Üstelik bir nakarat gibi. Hani sizin söylediğiniz şu ‘sivil itaatsizlik, bir öngörü mottosu’ gibi ve Grieg’i dinlerken birden kalem kâğıdın üstüne atlamışımdır, onun müziği benim mottonun unutulup gitmesine izin vermiyormuş gibi. Ruh Üşümesi’nde de özellikle gri mavi bir atmosfere sahip otel odasında olup bitenler, nerdeyse bütünüyle Satie’nin piyano parçalarından Gymnopedies’nin eseridir. ROMAN-tic (ROMAN-tik?) Bir Viyana Yazı’nı hiç sormayın. O zaten Barok- Itri… Barok -Itri… gibi adım atışlarıyla başlayarak alıp başını gitmektedir. Bütün bu cümle veya beste girişleri eserin içeriğine doğru bir “Dikkat! Dikkat!” uyarışıdır ya da çağrısıdır belki; ama sadece okur için değil, kendim için de…
Tümay: İntihar, romanlarınızda sıklıkla geçiyor. Umutsuz veya çözüm yolları kapalı bir kişi olmadığınızı tahmin ediyorum. Ama aydınların kendi iç hesaplaşmalarını intihar üzerinden vermenizin nedeni ne olabilir? Sarsıcı, çarpıcı, silkeleyici olduğu için mi?
A. Ağaoğlu: Evet öyle; umutsuz ya da kaçkın değilimdir. Çaresizliğin üstüne üstüne giderim. ‘İntihar’ bahsi hem kitaplarım hem de özel olarak maddi ve manevî anlamda kendim için düşünce gündemlerimin içine girip çıkıp durmaktadır. Romanlarımda sıklıkla ‘intihar’ meselesi üstüne yürümem bendeki o sizin de belirlediğiniz biçimde muhalefet ruhumun emrettiği bir şeydir de yazık ki aklım da yerli yerinde durmakta… Hayır… adlı romanımın amentüsü gibi tekrarlara hayır denilsin, tamam. Yinelemeler yerle bir edilsin, tamam. Baskıya, daralmalara bu kadar da dayanılmaksızın sivil sivile bütün güdümlere Hayır! diyebilelim. Bu aklın güdümü, düşünün. Bana göre intihar eyleminin ruha baskını daha beterdir, sorumluluklarla yüklü vicdan meselesi… Yaşarken önümüze çıkan engelleri atlayabilme adına yorulup düşüyoruz, hasta hasta, topal topal “olması gerekenleri” yapıp etmekteyiz. İşte bu tekrarların hep böyle böyle olup gitmesi sabır taşını un ufak eyleyebilir. Herkes gibi benim de böyle anlarım olmuştur, olabilir. Ama ya patlar patlamaz kendini balkondan aşağı atmak. Üç şişe hap yutup serilmek nedir? Sanırım genellikle katılınacağı gibi bu da yadsınamaz. İşte bu ‘yadsınamazlık’da bir ikiyüzlülük var. Geride kalanların: “Kaçtı kurtuldu, bütün yükü üstümüze bıraktı vicdansız” homurdanmaları meselâ. Hayır! bir protestodur, ‘intihar’sa bencillik… İki tarafın da ayrıntıları mevcut. O kadar da basit değil bu iş. Ya geride size, sizin varlığınıza çok muhtaç birileri varsa? Vicdan’ın baskın sesi! İntihar’ın tam romanlık bir tema olması da burdan gelmekte belki. Goethe’nin bütün yazdıkları üstüne kendisini dünya ünlüsü ediveren 1774 yayını Genç Werther’in Acıları (benim bu romana Genç Werther’in Ölümü dediğim de olmakta) okuyanlarını ne hallere düşürmüştür…
Sofya: Dar Zamanlar Üçlemesi neredeyse 15 yıllık bir sürede tamamlandı. “Ölmeye Yatmak”ı yazmaya başlayan Adalet Ağaoğlu ile “Hayır”ın son satırını yazan Adalet Ağaoğlu arasında farklar oluştuğunu gördüm. Gerek roman anlatımında, gerekse insana bakışta. Bu hususta neler söylersiniz?
A. Ağaoğlu: Bu kısacık sorunuz ilginç bir soru. Çünkü sizin bir eleştiri ya da olumsuzluk havasıyla değindiğiniz ‘farklılık’, ‘farklılaşma’ benim istediğim, isteyerek yapmaya çalıştığım bir şey. Roman türüne eğilmeye heveslenirken kendi kendime bir yaptığımın benzerini yapmamaya kararlıydım. Her romanın kendi içeriğine lâyık bir üslûp ve yapıyı arayıp bulmalıydım. (Hikâyelerimde de aynı şeyi yapmaya çalışmışımdır.) Aslında denemek ne kadar öğretici; yenilerini aranırken eskilerindeki aksamaları da buluyorsunuz. Tekrarlardan sıkılırım. Giyinip kuşanırken bile bir gün giydiğimi ertesi gün de giymek zorunda kaldım diyelim, mutlaka ilkiyle fark attıracak bir şeyler yaparım; farklı eşarp, farklı bir bağlayış, yakaya farklı uygulamak, parmağıma farklı bir yüzük takmak gibi meselâ…
Her anlamda çok boyutluluğu sağlamak gibi yollar yordamlar aramak da var. Yukarda Fulya Hanım’ın ‘zaman’ kavramı konusundaki sorusunu yanıtlarken de açıklamaya çalıştımdı, ‘zaman’ın dünü, şimdisi, uzak geçmişli, yakın geçmişli, gelecek ve gelecekteki beklentilerin farktı fiil çekimleriyle zenginleştirilmesi falan…
İlk romanım Ölmeye Yatmak’da çok boyutluluğu sağlamak için mektup, günlük, rüya, oyun, şiir gibi yazılı anlatının bütün türlerine yaslanmıştım. İlk ağızda edebiyat eleştirmenlerini yadırgattı galiba bu durum, fakat tuhaf bu ya, ortalıkta bugünkü gibi çeşitli tanıtım yolları falan da söz konusu değilken okur tuttu bu romanı. Onun için ben kendimi okuruma çok borçlu hissederim. Aynı zamanda, hayli utanarak itiraf edeyim ki; okur tarafından bu kadar sahipleniş karşısında için için, yoksa kültürel açıdan çok ucuz bir şey mi bu roman, diye kaygılanışlarım da oldu. (Önyargılar bir felâkettir.)
Üçlemenin ikincisi Bir Düğün Gecesi’nde hem anlatıcıları, hem ilişkilerindeki durumları tersine çevirdim. Meselâ ilkinde Aysel başroldedir, eşi Ömer’in varlığından bazı değiniler sayesinde haberdar olunur. Üçlemenin ikincisinde ise Aysel düğün gecesinde ortalıkla yoktur. Ömer ise düğünün her yanında dört döner ve sanki roman yazarıymış gibi işittiği her sözden, gözüne takılan bir şeyden niyetine göre anlamlar çıkarır durur. Düğün koordinatörü emekli albayın ‘Kore kahramanı’ olup bitişine, gelin Ayşen’in mutsuzlukla dolu iç dünyasına kadar kimin ne olduğunu bilmediğimiz kalmaz. Epeyce uzattım ama sorunuz beni buna mecbur kıldı. Üçlemenin üçüncüsü Hayır…’a gelelim oldu olacak… Romanın adı Hayır’ın yanına üç nokta kondurmam ünlemli bir Hayır sanılmasın diye… Çünkü sözcüğün kendisi bizzat protesto. Hayır…’ın bütünü ise başkaldırının sabırlı, yumuşak, mümkün bütün boyutlarını göz önünde tutarak, ‘yıkmak kolay da yapmak zor’ görüşünü gözden kaçırmayarak yapılmasını çağırmakta galiba. Son sayfalardaki ‘An’ların şekli şemayili büsbütün söz konusu. Patlama anının anlamı herkesin kendisinin olsun.
Değerli araştırmacı, incelemecimiz Alpay Kabacalı, İstanbul Kitap Fuarı tarafından onur ödülüne lâyık görülen yazarlar üstüne çok etraflı birer değerlendirme kitabı hazırlamışlardır. Benimkinin adı: An’ların Uzun Soluklu Yazarı. Sevinçten öyle bir hopladım ki, bu tespiti kapıp kolye gibi boynuma astım. Çünkü oldum olası hep en kısa sürelerin romanını yazmak istemiş, Ânlarımı birbirinin yanına yöresine, ötesine berisine dizerek sade ama anlamlı bir kolye yapmak istemişimdir de… (Takı sevmem, o başka)
Sevgili Sofya Hanım, benim üçlemenin giderek farklılaşıp yolu yokuşa vurduğunu düşünmeniz, her birini farklı zamanlarda aralıklı okuyuşlarınız sırasında asıl sizin okur kimliğinizin değişip de farklı hale gelmiş bulunmasından olamaz mı?
Fulya: Edebiyattaki arayışçı, deneyci yönünüz nedeniyle, özellikle romanlarınız için sıkça postmodern tanımlaması yapıldı. Bundan memnun musunuz?
Tümay: Postmodernizmi nasıl yorumluyorsunuz? Olumsuz yansımaları veya tanıdığı imkanlar bağlamında bakışınız nasıl postmodernizme?
A. Ağaoğlu: Bu sorularınızı kuşkusuz ikinize birlikte, içiçe geçirerek yanıtlayabileceğim.
‘Postmodemizm’ ile tanışıklığım epeyce geç ve pek maceralı olduğu için açıklamam uzun kaçacak.
Deneyeyim;
‘Postmodern’ kavramıyla Ankara’da, taa 1975lerde çok sevdiğim genç bir mimar arkadaşımın doktora tezinde karşılaşmıştım. Mimaride müthiş özgürlükler ve bunu hak edecek yapı farklılıkları vaat ediyordu. Yaratıda sezgiye verdiğim değer nedeniyle ilgimi çekmişti, ama işim yazarak yaratmak olduğuna göre mimarî dosyayı bir yana koymuştum. Sonraları arkadaşımla konuşurken de bu tezini bana Ölmeye Yatmak romanımı okuduğu için vermiş… “Eh senin yolun bu yol artık!”diye göz kırpışıyormuş meğer. Bu olduğu zamanda duradursun. Bir Düğün Gecesi, üçlemenin ilkinden 6 yıl sonra 1979’da yayınlandı. Yazar olarak iyiliklerle kötülüklerle dolu her şeyi getirdi başıma bu roman ve sanki rahat bir soluk almak ihtiyacıyla hazırda bekleyip duran Yazsonu’nu yayınlattım. Yıl: 1980. Bu kitap sanki akılda kalacak ilk cümleler gibi Şimdi uzaklardasın nağmelerini taşıyordu; okurumun hassasiyetine dokunmuş olacak ki bu şarkıyı hatırlayıp kendi kendilerine mırıldanmaya başlayanlar çoğaldı.
Bu fasıl da burada böylece kalsın… Aradan yıllar geçmiş, 1999’un sonu veya 2000’lerin başı falan olmalı. Hollanda, Amsterdam’da, bizden genç bir adamın bir yayınevi varmış, Amsterdam’ın büyük yayıneviyle ortak çalışıyorlarmış. Bu bana biraz tuhaf geldi ama, kendisini dosdoğru copyrignt ajans’ıma gönderdim. Benimle de görüşüp tartışarak son kerte dayanıklı bir kontrat imzaladı. Arada tutup beni de oraya davet ettiler. Tek istediğim Hollandaca’ya çevirecek mütercimle ve Amsterdam’daki ortak çalıştığı ‘büyük’ yayıneviyle tanışabilmek. Ben halkevlerinde falan dolaştırıldım. Başlangıçta genişçe bir salonda beni Hollandalı yerli yabancı okurlara, basına falan takdim edecekler. Toplantının açış konuşmasını yörenin belediye başkanı genç, güzel bir kadın yaptı. “Ortağınız nerelerde?”diye sormadan duramamıştım, yazık ki acele bir seyahate çıkmış, gelememiş… Çevirmen genç bir hanım; Türkçesi varla yok arası gibi, İngilizcesi de öyle. Anlaştığım yayıncı huzurunda: “Siz benim romandan ilkin 10-15 sayfa çevirip de bana gönderecektiniz, henüz öyle bir şey olmadı,” dedim, genç kız da bana sonra… sonra… sonra demeye gelen birtakım işaretler yaptı, yayıncı da incelikle omuzuma sarılıp: “Hepsi olacak hepsi olacak, siz hiç üzülmeyin,” gibi bir şeyler mırıldanmakta… Fakat neme lâzım beni konuk ettikleri otel müthiş güzel ve rahattı; çiçekli, bol lâleli bir bahçe içindeydi… İstediğim saatte otelimden alınıyor, şehir ve çevresi bol bol dolaştırılıyor, istediğim ân’da otele getiriliyor,odama kavuşuyordum.
‘Postmodernist’ maceramın bu faslı da burada kalsın.
Efendim, benim Amsterdam/Leiden Üniversitesi, Türkiye/Ortadoğu Dil ve Edebiyat bölümünde öğretim üyesi yakın bir dostum vardı. Hâlâ daha var. İlk lisans tezini, benim hiç haberim olmadan tiyatro oyunlarım üstüne yapmış. İnanın hangi oyunumda neyi nasıl yapmışım, hangileri Türkiye’nin neresinde, hangi şehir ve belediyesinde oynanmış benim hiç mi hiç bilmediğim kadar haberli. Meğer Metin And’ımız bir yıl Leiden’de ders vermiş, Petra onun öğrencisi… Tanıştıktan sonra buluşuyor, konuşup gülüyoruz. Petra’ya “Artık sen benim oyun yazarlığımın müfettişi, hatta polis hafiyesisin” deyip durmaktayım arsız arsız.
Kendisi söz açtığım Yazsonu’nun çevrilip de memleketinde yayınlanacağından haberli. Hollandacaya çevrilmiş on onbeş sayfası copyright ajansıma gelse, çevirinin iyiliğini ve kötülüğünü kontrol etmeye Leiden’deki dostumla öğrencileri hazır. Ancak, çok şükür böyle bir yorgunluğa katlanmalarına gerek kalmadı. Ne çeviri ne de yayınlanma günü ve tarihi hakkında anlaşmaya uyulmadığı için bu mesele kapandı gitti. Hollanda’daki gencecik Türk’ümüz iflas mı etmiş, ne olmuş, bilemiyorum da basbayağı üzüldüm.
Gelelim ‘Postmodernizmin’ asıl ve ana damarına. Bu arada benim orada bulunan okurlarım Yazsonu’nun yayınını beklerlerken romanı alıp alıp okuyorlarmış. Okuyanlar birbiriyle konuşa ede bunun ‘çok güzel bir postmodern’ roman olduğuna karar verme raddelerine gelmişler. Ortalığı birtakım fısıltılar mı sarmış ne olmuşsa-ki bunların çoğu da başta Leiden Üniversitesi olmak üzere fakülte öğrencileri- Belki içlerinde mahalle kütüphanelerinde ek iş olarak çalışanları da vardır, bilemiyorum. Belki de söylentilerden fazla ‘ postmodernist’ eğilimlere karşı merakın artışı Leiden yönetici ve öğretim üyelerinin dikkatini çekti ki ‘dil ve edebiyat’ bölümünde bu akımın incelenmesine karar veriliyor; hem de Petra’nın dersi olarak. Bu da normal, çünkü Petra da bütün söylentilerin itisiyle romanı zaten defalarca okumuş bulunmakta…
Dersin Amacı: 1./ Postmodern’lik nedir? Böyle olması için nelerin olması gerekir?
2./ Uluslararası boyutuyla bunlar incelenip sonuçlar kayda geçirildikten sonra adı geçip duran Yazsonu üstünden bir karşılaştırma yapılacak; tespit edilen gerekçelere ne ölçüde uyup uymadığı sonucuna varılacak.
Ders yılı bitmekte. Petra, asistanı ve on iki kadar öğrencisiyle Dekanlık başkanlığındaki bir toplantıda incelemelerini ve vardıkları sonucu tartışmaya açacaklar.
Sorunuza cevabımın son faslı:
Bu toplantıya çağırıldım. Toplantıdan bir gün önce ‘postmodernizm’ inceleme sayfaları ile birlikte bu maddelerle şu şu şu bakımlardan adı geçen romanın bu maddelere uygunluğu ne kadar (sonuç hariç) yattığım odada gözden geçirmek üzere bana veriliyor.
Postmodernizmi inceleme sayfalarını okuyor, okuyorum, bakıyor bakıyorum; Yarabbi evrensel planda elden geçirilmemiş kaynakça kalmamış sanki. Tam bir ilimsel ve bilimsel araştırma! Yazsonu’nda bu araştırmanın maddelerine uygun düşen ve düşmeyen yerler gerekçeli maddeleriyle birlikte önümde durmakta…
(Şimdi bu maddelerdeki açıklamaları okurlarınıza açıklamaya kalksam, bana ve onlara da bir ders yılı vermeniz gerekecek. )
Şimdi toplantıdayız. İlkin tanışmalar, teşekkür ve nazik cümleler ve dekanın açışı ardından söz alan bu dersin öğretim üyesi Petra de Brujin böyle bir araştırmanın amaçlarını, varılan sonuçları tane tane açıklıyor. Bitirince:
Öğrencilerine söz hakkı veriyor. Onlar da bu çalışmadan zevk duydukları, bunun modernüstü açısından kendilerini çok aydınlattığı biçiminde minik değiniler yaptılar ve sıra geldi bana, ama bu sözü Petra ayağa kalkıp hafifçe eğilip şöyle diyerek vermiştir; “Efendim eseriniz sayesinde bizler de adını bilip kendisini henüz pek bilmediğimiz bir edebiyat kavramı hakkında bilgilenmiş olduk ve kitabınız üstüne varılan kararı size bildirmekten büyük bir keyif duymaktayım.
Romanınız Yazsonu’nun % 99’luk bir uyumla Prepostmodern bir eser olduğuna karar verilmiştir.”
(Şaşkınım. Alkışlar.) İnanın utançla ayağa kalkıyorum bu arada Petra önüme tek bir sayfa bırakmıştır. Dekan yerine oturmuştur ve benim de birden aklıma geliyor ki odamda bu sonucu gerekli kılan fasılları zaten okumuşumdur, tek bilmediğim buna bir ‘Prepostmodern’ rozeti takılacağı…
İncelemeci öğretim üyesi yine hafifçe bana dönmüş: “% 99 sonuç veren bu karşılaştırmamız sizin de kabulünüz mü, yoksa eksik kalmış ya da yanlış değerlendirilmiş maddeler var mı, görüşünüzü incelemeyi yapan öğrencilerimize açıklar mısınız?”
Artık biliyordum ki her şeyden önce roman roman içinde bir şey olacak, roman kendi ayrıntılarıyla içinde yeni bir romanın teşekkül etmesini sağlayacak. İlk başta bu tamam. Bir noktacık ayrıntıdan kimsenin aklına bile getiremediği derin anlamlar çıkarılabilecek. Bu noktada da zengin buluşlar sağlanmış ve mal bulmuş mağribi gibi hemen sorunun cevabını yapıştırıyorum : “Bütüne yakın bir uygunluk üstüne diyeceğim bir şey yok. Başta sizi ve öğrencilerinizi kutluyor, teşekkürler ediyorum, yalnız bir nokta var ki, o gözlerden kaçmış…” “ Nedir o, nedir o?…” “ Oğlu siyasal anlamda vurulmuş olan Nevin’in eşiyle birlikte banyonun suyunu açmak üzereyken bu haber kendilerine geldiğinde eşinin musluğu kapamayı unutmayışı karşısında ondan birdenbire soğuyuvermesi ve bu uzaklaşmanın yıllarca sürdüğü anın meselesi var ya? Meğer baba musluğu zaten açmamıştır ki! Nevin yıllar sonra arkadaşlarla birlikte yazlık eve gittiklerinde bunu öğrenmekte ve perperişan olmakta! Ancak bu sefer de artık koca ona eski yakınlığı duymamakta…” Daha benim bu kadar uzatmama gerek kalmadan, ben ‘musluk’ der demez, Petra başta “Aaa sahiii! Aaa sahii!” ler ortalığı kaplamış bulunuyordu. Karşılıklı birbirimizi alkışladık, öpücükler gönderdik, yemeğe çıkıldı.
Şu olsun, bu olsun; takliden yapılmış şeyleri sevmem. Zaten kendileri bunu hemen ele verirler. Postmodern denilen bir kitabı alıyor, okumaya girişiyorum ama sürdüremiyorum. Kökten samimiyet yok ve değindiğiniz gibi kolaycılık çok. Can sıkacak kadar uzun anlattığım deneyimi yaşamasaydım bana ‘postmodern tanımlamalar yapılmasına’ üzülebilirdim: ‘Hay Allah, yine benim kendime ait arayışlarım yine yabancılar tartısıyla tartılmakta,’ diye homurdanabilirdim. Oysa artık bu takım şeyler bende öngörüme, merakla edinilmiş sezgilerime güvenimi arttırmakta…
Fransız yazarı Andre Gide’nin tek romanı olan Kalpazanlar (Les Faux Monnayeurs) 1925’de yayınlanmıştır. Her zamanki gibi muradı ‘karşılıksız yapılıp edilenle’, bence aşağı yukarı şu spontan denilen gerçekle yüzleşmek, düşüncelerini bu cetvelle ölçüp biçmekti. (Belki de sahici postmodernizm budur.) Benim romanlarımın çoğuna ya da hepsine neden sonra ‘postmodern’ gözüyle bakıldığı olmaktadır. Hele şükür, Hayır… başta olmak üzere bunlara ‘düşünce romanı’ diyerek sahip çıkanlar epeyce. Yazsonu, modernizm öncüsü ya da ‘geleceği’ etiketine değer görüldükten uzun bir süre sonra, öyle rastgeldi, evden Kalpazanlar’ı çantama atıp bir seyahate çıkmıştım. O zamanlar gözlerim mis gibi görmekteydi, romanı iki gecede okuyup bitirdim; okudukça da şaşıp kaldım: Tam bir roman içinde roman şurdan burdan alıntıların bütün dolayımlarıyla…
Leiden Üniversitesi’nde artık havadan cıvadan değil, bilimsel olarak anlayıp öğrendiğim cetvellere bakarak diyorum ki 1925 yayını Kalpazanlar, benim Yazsonu’ndan dört defa daha fazla ‘postmodern’dir.
Şimdi bunu kesinlikle iddia edemiyorum, çünkü o roman içinde dikkatli bir incelemeye katlanılması gerekir.
Fulya: Hikâyeden öyküye geçişe pek ısınamadığınızı söylüyorsunuz. Aradaki farkı, daha doğrusu hikâye ve öykü anlayışınızı anlatabilir misiniz bize?
A. Ağaoğlu: Ben bunu sözcükler anlamında söylemiştim. Hala daha hikaye kitaplarımın ‘hikaye’ diye tanımlanmasını tercih ederim, ‘öykü’ ya da ‘öyküler diye değil. Çünkü hikaye, hikaye ederek anlatmak, kura çata ‘anlatmak’ anlamına gelmekte. ‘Öykü’ nün ne demeye geldiğini, arayıp taradığım halde, bir türlü anlayamadım! Fiilsiz bir kelime… Bakın yukarıda ‘hikaye ederek’ dedim. Hikaye etmek fiili var. Ötekine ne diyeceğim ‘öykülemek’ mi? ‘öykü ederek’ mi? Bilemem. Dileyenlerle aklı buna yatanların yanında kalsın bu kelime.
Sofya: “Roman okunur, hikâye anlatılır” diyorsunuz. Hikâye öyküye evrildiğinden beri bu biraz değişti gibi. Son dönem öyküler, anlattığı hikâyesinde öte, imgeye dayanan, kurgusu öne çıkan metin parçaları haline dönüştü. Bu hususta neler söylersiniz?
A. Ağaoğlu: Hikayenin öyküye evrildiği falan yok canım. Bence bu sadece ‘mişe getirilmiş’ gibi bir şey… Öykü tanımı birden çok yaygınlaştı, çünkü fiilsiz bu kelimenin bir olayı, bir anı, bir duyguyu ifade girişiminde kimseye vereceği bir hesabı yok.
Tümay: “Gün Üç Dakika” adlı öykü; “ana olayın, ana haberin kendisi doğrudan anlatılmadan, nasıl çok iyi tariflenmiş bir atmosfer üzerinden verilir” üzerine ilginç bir okumaydı benim için. “Üzüldüm” demeden üzülmek nasıl anlatılır gibi örneğin… Bir romana veya öyküye başlamadan önce atmosfer yaratımı, kurgu, üslup, biçim, zaman kullanımı ile ilgili keşif çalışmaları yapar mısınız? Deneyimlerinizi bizimle paylaşırsanız seviniriz.
A. Ağaoğlu: Sorunuz için teşekkür ederim. İşimi kolaylaştırdınız. Edebiyatımızda okurun daha fazla sahiplenmesi nedeniyle roman türünün artmasından önce şiir başta gelir, ikinci planda ise hikaye türüne büyük ilgi gösterilirdi. 1950-60 yılları arasında yazarlığa yeni adım atmış bulunanlarımız ya Orhan Veli ya da Sait Faik ‘gibi olmak’ isterlerdi. Hem de büyük samimiyetle…
İşte bu aralarda yazarlıkta, edebiyatta Toplumsal Gerçekçilik tartışması başladı, hayli de hırslı ve uzun sürdü. Toplum gerçeğini yansıtmak ve bunun fotoğrafını olduğu gibi çekmek değildir. Toplumu özümseyerek ve bütün girdi çıktılarıyla anlatmaktır toplumsal gerçeklik… dolaylarında bir tartışma. 19. yy ve sonlarına doğru Rus roman yazarlarının eserleri söz konusu edilmekteydi.
Mehazlar belirtilerek öne sürmeler, şu ya da bu anlamda yazıp çizmeler gırla gitmekte. Çok hayırlı bir didikleyiş, ama hep soyutta. Bir hikayenin nasıl kurgulanması isteniyorsa bunu birkaç örnek verilerek gözle görülür hale kılmak, istenen neyse öyle yazılmış hikayeler okumak derdine düşmüşlüğüm de yok….
Burada ana olayın kendisi doğrudan anlatılmadan çeşitli odaklara dokuna dokuna bir atmosfer yaratıyor ve hikayenin meramına bu atmosferle dokunuyorsunuz, diyorsunuz anladığım kadarıyla, değil mi?
Yaratılan bu atmosfere pekala ‘toplumsal gerçeklik’in yerini ‘toplumsal ruh’un almış bulunmasıdır diyebiliriz. Gün boyu teker teker herkes bir yere gidiyor, bir yerden geliyor, her kimse kendi dünyasını yüklenmeye çalışmakta ve onların ‘sözde’ temsilcileri Meclis’te insan hayatı, hayat hakkı üstüne ‘artık’ bir karar almak zorundadırlar…… Konuşmalar, tartışmalar… gün akıp durmakta ve olup olmuşu gerektiği zamanda parmaklar havaya kalkacak, teker teker sayılacak kürsüye tokmak inmiş olacak: İşte karar:
Sadece üç dakika……
Hemen hemen bütün yazarlar hikaye yazmadan, bunda pişkinleşmeden romana başlamazlar. Sanki bir gelenek bu. Andığım dönemlerde ben o kadar heyecanla tiyatro oyunları yazmak sevdasına kapılmıştım ki, lise son sınıf ve fakültenin ilk yıllarında bir iki parça çırpıştırmaya kalkışmıştım ama, ne ‘hikayeci’ ne de ‘romancı’ olmak aklımın köşesinden geçmiş değil. İşte artık bu toplumsal gerçekçilik tartışmaları sırasında sanki bu görüşleri uygulamaya görevlendirilmişim gibi oturup adım adım, ‘toplumsal ruhu’ koklaya ede Yüksek Gerilim kitabımdaki hikayeleri yazıp çıkardım ortaya; hem de ilk romanımdan sonra. Tek başına bir olayı anlatmak ya da kıssadan hisse çıkararak birer eğitim unsuru olmaktan kurtarmış mıydı hikayemizin yakasını bunlar???
Sorunuzun ikinci boyutu için başlı başına bir oturum yapmamız gerekecek: Yazmadan önce de, yazarken de düşündüğünüz her şeyi yaparım; çünkü kendimi aşama sınavındayım demekle yetineyim en iyisi…
Sofya: Newton’un “Daha uzağı görebildim, çünkü devlerin omzunda yükseliyordum” sözleri, galiba en çok sanatı kapsıyor. Türk edebiyatının devleri, büyük edebiyatçıları hakkında neler söylersiniz, yarattıkları kuşağı bir öne götürebildiler mi?
A. Ağaoğlu: 40-50 yıl önce yazdıklarımın devamlı olarak yeni basımları yapılmakta. Yayınevlerim sanırım benim yüzümden herhangi bir sıkıntıya düşmediler. O zamanlar basında yazarlarla boy boy röportajlarmış, büyük tanıtımlarmış, TV kanallarında tek ya da karşılıklı konuşmalar yapılmakmış falan yoktu; bir kaç iyi edebiyat dergisinde iki satırcık anılmak bizlere yetiyor da artıyordu bile. Ancak sansüre uğramışsak, kitabımız toplanmışsa, tiyatro oyunları sahneden kaldırılmışsa ‘şöhret’ olunuyor, bu da kardan ziyade zarar getiriyordu. Öyle listelerle ‘çok satarlar’ falan ne kelime !..
Edebiyat hayatın malıydı, asıl buna dikkat edilirdi. Her yeni çıkanı alıp hemen okuyan okur tarafından ‘bir yazar’dan sayılmak ise hayli güven vericiydi. O günlerden bu yana özellikle romanlarımı okurlarım az çok hala sahiplendiği için bunu sayfalarımda ürettiğim düşüncelerin öngörüye sahip bulunmalarına bağlıyorum.
İşte bu öngörü ya da sezgi/sezgisel yanım ki benim çoktandır Newton’un bu görüşünü haklı bulup buna sımsıkı bağlanmamı sağlıyor. Bizden öncekilerin yarattıkları zenginlikle beslenmeseydik, eserleri sayesinde bir bilgi ve anlam birikimi edinememiş bulunsaydık yazarlığa kalkma cesaretini nerden nasıl bulacaktık? Kendi adıma ben yazarken birikimlerime yaslandığımı bilemem; bir kendiliğenlik var bunda…
Tümay: “Aynılaşmaya hayır! Yinelemeye hayır! Aynılığa hayır!” söylemine, Hayır… adlı romanınızda sık sık yer verilmekte. Aysel’le dile gelen bu sözlerin, hayata bakışınızdaki temel yaklaşımı ve kişiliğinizi yansıttığı söylenebilir mi?
A. Ağaoğlu: Tümay Hanım, yukardaki sorulardan birinde Hayır…’ın protestocu yanına epeyce değindim galiba. Kısırdöngü, bir örneklik, dün yaşananın aynen bugün de yaşanıp durması, tekrarlar beni fena halde yormakta, hatta hırçınlaştırmakta. Bir giydiğimi ertesi gün de giymek durumunda kalmışsam bunda bir takım farklılıklar yaratır dururum. Eşarbı değiştirir ya da boynuma, yaka altıma farklı biçimde bağlarım. Dün o kılığın altına siyah çorap giymişsem bugün ten rengini giyer, ayakkabıyı da ona göre seçerim falan. Romanlarımı birincisinden başlayarak ardarda her birini bir öncekinden farklı, değişik kalıplara dökerek pazara çıkarmış bulunmam da bundandır. (…..)
Söylenebilir, çünkü bir dönemin toplumunu tarihini, şusuyla busuyla simgeleyecek bir karakter yaratmam gerektiğini düşünen kendimim; onun hamurunu yoğuran da benim. İlk romanlar genellikle otobiyografiktir. Üçlemenin simgesel karakteri de, zamanı mekanı ile denk düştü, akraba olduk. Ama ikinci romanım “Fikrimin İnce Gülü”nün simgesel karakteri Bayram’la cinsiyet başta olmak üzere ‘insan’ yanımız dışında hiçbir ortak konumumuz yoktur. Tam tersi… Bu bakımdan romanı okuyanları şaşkınlıktan şaşkınlığa düşürmüştü; yakından biliyorum.
Fazla dağıtmadan hemen şunu da açıklayayım: Üçlemeyi yazıp bitirdikten sonra ben kendim tek başıma Aysel olmak istemişimdir; hala da istemekteyim: Hele Bir Düğün Gecesi’nin Aysel’in kızkardeşi Tezel’i yok mu ben kendim o olamadığım için böyle yazılmıştır. İsteyip de olamadığım kişi… Yukarda da değinmiştim galiba: Romanda istediğin her şeyi yapabilirsin, ama hayatta değil…
Aysel?
Kişi’nin kendi iradesiyle silmesi kendisini. Bu intihardan çok daha dürüst bir siliniş, bir kayboluş… Aysel’i kıskanırım… Hayatta kendimin yapamadığını romanda Aysel’e ‘yaptırabildiğim’ için.
Fulya: Değişen dünyada, kavramların yeniden anlamlandırılması gerektiğini, sadece barıştan söz etmenin çok naif bir tutum olduğunu birkaç farklı ortamda belirtmişsiniz. Toplumumuzdaki karmaşaya, çatışmalara, haksızlıklara karşı siyasi düşünceniz konusunda bize bazı ipuçları verebilir misiniz?
A. Ağaoğlu: Göğüs göğüse, kılıç kılıca düşmanlarla girişilen ‘savaşlar’da doğrudur ‘barış’ kavramı. Çünkü yüzleri var. Öldürürken de yüzyüzeler kalırken de. İşte şimdi çok şükür yaşamaya başladığımız ‘Kürt/Türk’ sorununun çözümüne barış kavramı daha da uygun ve ancak ‘barış süreci’ olarak. Umalım ki ‘barışıklığın’ namusuna değsin bari…
“Memleket(imiz) adına birleşelim, hepimiz tek bayrak, tek inanç, tek “millet=ırk olarak bütünleşelim!” avazelerine günümüzde artık kim kulak asabilir? Üstelik de barış ve huzur ancak böyle sağlanabilirmiş. Gülünür. Evet dünyada pek çok şey hızla değişmiş bulunuyor. Nükleer silahların toplu kıyımları çağında yaşıyoruz. Yalnız barış kavramı değil, hürriyet, özgürlük, bizim memleket sizin memleket gibilerden siz ve biz’ler de farklı anlamlar kazanmalı. Sınırlar artık savaşlarla kazanılan topraklarla çizilmiyor, ilimle, bilimle, üstüne bir anda basılan düğmelerle çiziliyor ve artık ‘sınır’ lafı da kullanılmayacak, çünkü dünya artık boydan boya sınırsız. Kü-re-sel-leş-tik ve bütün alım satımlar da buna göre: kendine göre. Özgürlük mü? Neye karşı? Planetlere doğru hareket edilmesinin sağlanması için. Evet, yalnız ‘barış barış barış’ diye inleyip durmak için değil, bildiğimiz, severek sakladığımız, coşkuyla üstlerine atladığımız kavramların rönesansa uğraması gerekmekte. Haklısınız bu ve buna benzer şeyleri uzun süre söyleyip durmaktayım, ama tam da bugün, Sayın Gazeteci Yazar Ali Tarakçı’nın bir gazetede yazdığı yazısının başlığı iri iri puntolarla şöyle: “200 Yıl Öncesi Kavramların Karşılığı Yoktur.” Yani anlamı kalmamıştır. Yazıdan küçük bir alıntı : “…Galiba dünya için: “Tek dünya (Vatan), tek devlet, tek bayrak, tek parlamento” konuşacağımız zamanlar uzak değil. Benim siyasal bakışım sadece ve sadece İnsan Hakları’nın sağlanması, korunup kollanması üstüne. ‘Şiddet’ ve ‘özgürlük’ kavramları alın alına ne demeye gelmekteymiş o zaman anlayabiliriz. İnsan Hakları=Demokrasi. Demokrasi=İnsan Hakları…
Tümay: Bazı kitaplarınız sakıncalı bulunarak toplatılmıştı. Edebiyatın gücünün iktidarlarda yarattığı korku üzerine neler söylemek istersiniz?
Fulya: Siyasi tercihlerinizle ilgili eleştiriler, saldırılar yazım sürecinizi etkiledi mi?
A. Ağaoğlu: Mahkemeye verilip toplatılan kitabım somut olarak “Fikrimin İnce Gülü”. Fakat aslında o Bir Düğün Gecesi’nin kurbanı. Çünkü fazlaca okur çekmiş, ödüllere boğulmuş bu roman zaten altları çizilmiş birçok satırıyla birlikte ihbaren savcının önünde durmaktaymış ki, olumlu anlamdaki yankılarından ötürü duraksayarak “Fikrimin İnce Gülü”ne 4. basımında el konuluyor. Bir Düğün Gecesi’nin yayınlandığı sırada (bir gizli hafiye) diyeceğim, yüzbaşı rütbeli (bir yazar) tarafından, (tam da TSK kurumunun Psikolojik Baskı ve Yıldırma Bölümü’nün görevlendirme biçimine uygun olarak) yazılıp yayınlatılmış bir yazıyla benim yazarlık adım kirletilmeye çalışarak peşinen cezalandırılmış bulunuyorum. Ceza? Bir yazar olarak benim kuşku bilmeyen ruhuma müthiş bir kuşku mikrobunun düşmüş bulunması. Araya taraya anlaşıldı ki bütün bunların hepsi programlı.
Böylece ‘kuşku’nun önemini anladım ama, ‘sakın bir daha adım kirletilmeye çalışılmasın, dikkatli ol’ diye bir otosansür mikrobu kazandığımı da sanmayın. Bu bende hiç yoktu zaten. Hala daha neysem oyum bu konuda daha.
Fulya:Tiyatro ödülü, roman ödülleri, Cumhurbaşkanlığı ödülü aldınız. Bazı büyük organizasyonlarda onur konuğu olduğunuz. Romanlarınızla ilgili kitaplar basıldı, çokça makale yazıldı. Türkiye’deki edebiyat ortamıyla bağlantılı olarak, yazarlığınızın ya da yazdıklarınızın yeterince değerlendirildiğini düşünüyor musunuz?
A. Ağaoğlu: Evet. İyidir. İçlerinde kendi kitabımı bile daha iyi anladığım çalışmalar var. Sadece son zamanlarda geleceğimize sorumluluk duygusuyla yıllarca emek vererek hazırladığım üç ciltlik Damla Damla Günler kitabımın 3. yeni basımında, ciltlerin son sayfalarındaki ad-dizin listelerinin yok edilmiş olmasından ve öylece dağıtılmasından duyduğum yıkkınlığın haddi hesabı yok. Açıkladığınız ve bende hemen hemen hepsi sevinçler yaratan kutlamalara bir ceza sanki oldu bu.
Lacivert: Çok teşekkür ederiz Adalet Hanım.
A. Ağaoğlu: Ben teşekkür ederim.

Sosyal medyada paylaşın!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir