Akif KURTULUŞ ile Şiir Roman ve Edebiyat Üzerine

Akif Kurtuluş

Tümay Çobanoğlu:
“Yazdıkça direniyorum… Yazarak özgürleşiyorum… Yazıyorsam esir olduğumdan.” Bu sözleriniz üzerine biraz konuşalım mı?
Akif Kurtuluş:
Yazdıkça direniyorum, evet yazmak benim için bir direnme. Yazarak özgürleşiyorum. Doğru, yazıyorsam esir olduğumdan. Çünkü özgürlük bir çizgisi olan,“Tamam şimdi özgürleştim.” diyebildiğimiz bir şey değil. Özgürleşmek süreklilik isteyen bir şey. “Tamam ben şunları yaptım, bununla mücadele ettim, şimdi şu noktadayım. Neyim ben? Özgürüm.” Hayır, böyle bir şey yok. Yazı benimiçin bir özgürleşme aracı. Edebiyat, bence insan evladının elinde kalan belki tek özgürleşme projesi. Edebiyatla ben hep böyle ilişki kurdum. Bir okur olarak da böyle, bir yazar olarak da bunu geliştirmeye çalışıyorum.
Tümay:
İlk şiir kitabınız Yalan Şiirler, 1983’te yayımlanmıştı. Kitap; 12 Eylül sonrasının acılı, puslu havasını, yenilgi duygusunu, bunların yanısıra arkadaşlığı, yoldaşlığı, aşkı anlatıyor.“farlar söner, kapı kırılır, tam uyurken şimdi nerdeyim?”, “suratlarımızda patlıyor yeşil plakalı oto farları”, “yüklenen bütün suçları işledim, kapatın dosyaları”… birkaç dize. Kitabın biriktirme ve yazılma sürecinden bahseder misiniz?
A.Kurtuluş:
Yalan Şiirler 1983’te yayımlandı evet. İki- üç, en fazla üç yılın şiirleri. Yani aslında 12Eylül sonrasının şiirleri, devlet şiddetinin en açık, en net, en sınırsız yaşandığı bir dönemdi. Böyle bir dönemde ben hem sokaktaki bireydim, 12 Eylül’deki çarpışmanın taraflarından biriydim ve daha sonra da avukatlık pratiğimle bu şiddet sürecinin içinde oldum. Dolayısıyla benim için uzak durabileceğim, gözümü kapayabileceğim, başımı çevirebileceğim bir süreç değildi. Hatta tem tersine biraz o şiirleri, o ölçüde, o atmosfer belirledi. Ben bütün bunları bir taraf olma duygusuyla yapmadım. Böyle bir duygu hissetmedim,çünkü zaten bir şekilde taraftım ben. Bu şiddetin uygulandığı çok genişbir öznenin ta kendisiydim. Öyle oldu Yalan Şiirler.
Tümay:
Daha sonra yayımlanan Tören Provası’ndaki şiirlerde askeri ortam, devlet törenleri, “vatan sana canım feda”, “her şey vatan için” gibi pek çok dizeyle dile geliyor. Bu şiirlerde iktidara, bürokrasiye eleştiri okunuyor. Ayrıca “mezuniyet törenlerinde aldığım alkışları başım sıkıştıkça kullanırdım”, “o nedenle acıtmıyor konukların önünde şarkı söyletilen bir çocukluk da”, “okuma bayramlarındaki kurdelenin göğsümde bıraktığı iz” gibi dizelerle kişisel tarihinizdeki törenler de göz önüne seriliyor. Bu şiirleri, gündelik hayattaki küçük ritüeller de dahil olmak üzere, törenlerin olmadığı bir toplumu özlemek diye okuyabilir miyiz?
A.Kurtuluş:
Evet tabii öyle. Tören Provası zaten tüm törenlerden sıkılan kardeşime ithaf edildi. Ben törenlere hiç sıcak bakamadım. Yani hiç o protokollerin içinde olmak istemedim. Zaman zaman avukatlık hayatımda bu tür şeylerin içinde oldum tabii. Meslek hayatım aslında protokolü olan bir meslektir. Ama törenler hayatın kendisi değil. Yani rollerin çok belirgin olduğu her türlü sosyal ilişki benim canımı sıktı. Ama buradan şu anlam çıkmasın. Hani ben bu konuda çok temiz pirüpak, ahlak abidesi falan asla değilim. Bu gündelik hayatın içinde olan herkes gibi, benim de kirim pasım var. Ama bununla ilgili benim sorunlarım oldu. Tören Provası aslında o sorunlu olma halimin ifadesiydi.
Tümay:
12 Eylül dönemi, askeri ve hukuksal terminolojisiyle şiirinize yansıyor. Bir dönemin dili, “fail,meçhul, maktûl ve mağdurum”, “… savcılık ifademde de var…”,“kıdemli yargıç da inanmıyor sesimin gürleştiğine”, “rahatta dinleyin arkadaşlar”, “arabayı hazırla oğlum, forsu açma, bu kez nizamiyeden çıkacağız” vb. sorgulamanın ve eleştirinin aracına dönüşüyor. Bu kitap için ve genelde şiirin dilini kurmakla ilgili neler söylemek istersiniz?
A.Kurtuluş:
Evet, yine Tören Provası üzerinden konuşuyoruz. Bizim hayatımızda daha doğrusu Türkiye’de, erkek olma halinde kadınlardan farklı olarak başka bir problemimiz daha var. O da askere çağrılmamız. Toplumda insanları tornaya sokmanın en somut, en net pratiği aslında ben gördüm ki askerlik. 12 Eylül zaten toplumu baştan aşağı tektipleştirmeye çalışıyordu. Yalan Şiirler’deki o çok soluk dünyanın bir başka tezahürünü, bir başka devamıyla Tören Provası’nda karşılamaya çalıştım. Karşı karşıya geldim. Tören Provası’nın dilinde bir yanıyla baktığınız zaman o çok gündelik hayata ait bir dil var, bir taraftan da baktığımız zaman o gündelik hayata dair gibi görünen dil aslında bir başka protokolün dili,bir başka törenin dili ve bir başka raconun dili. Yani orada da bir racon var, orada da bir tarz var. Ben, mümkün olduğunca bunu ortaya koymaya çalıştım. “arabayı hazırla oğlum” diyen aslında bir otoritenin sesidir.
Tümay:
Yine Tören Provası’ndan… “kaldıramıyorum kılıcını saklayan zabit gibi çarşıdan geçmeyi”,“dağlara düşmedi gölgem, kabul, avluların tarihinde adım yok/ama şehre de uymadı iklimim, karkuyusunda benim için her mevsim”, “bilmezdim kalbimin karartma gecelerine bu kadar uyacağını”, “bu da silahım, teslim olmadan önce kırarak vermiştim” gibi dizelerde 12 Eylül sonrası aydının kırgınlıkları, içhesaplaşması, özeleştirisiokunuyor. Çok alışık olmadığımız bu tür bir hesaplaşmanın ve dürüst anlatımın, okuyucuyu şiire yakın kılan bir etmen olduğunu düşünüyorum. Ne dersiniz?
A.Kurtuluş:
Şimdi burada bir iki şeyin üzerinde durmam lazım. Aydının kırgınlıkları olunca ben sanki bir aydınmışım gibi anlam çıkıyor. Buna bir itirazım var. Aydın olmak gibi bir ketegoriyle benim çok fazla bir ilgim olmadı. Bir diğeri Yalan Şiirler de Yalan Provası da bir hesaplaşma pratiği. Ama oradaki anlatımın dürüst olduğunu söylüyorsunuz,teşekkür ederim. Çünkü kim dürüst olmak istemez. Fakat dürüstlük aslındaedebiyat için olmazsa olmaz değildir.Bir edebiyatçının sevgilisine karşı, çocuğuna, komşusuna karşı dürüst olmasından bahsedebiliriz ama edebiyat ve dürüstlük ilişkisi bence aslında çok tartımaya muhtaç bir ilişki. Mesela Dostoyevski’nin dürüstlüğünü tartışmalı mıyız acaba? Veya Balzac’ın ne kadar dürüst olduğu ya da olmadığı bizim için çok önemli mi? Ama dürüstbulmanıza da ben sevindim. Ancak bu okuyucuyu şiire yaklaştıran bir etmen midir,böyle bir etkisi olur mu? Hani çok da birebir etkisi olmuyor. Mesela Yalan Şiirler dedim ilk kitabımın adına.
Tümay:
Neden Yalan demiştiniz?
A.Kurtuluş:
“Yalan bu şiirler, bunlar gelir geçer.” demek istedim.Benim burada hayatla ilgili sorularım vardı. Ben bu soruları sordum,siz buna isterseniz yalan deyin. Doğrusu yalanı meselesi değil. Burada bir fırtına var, yer yerinden oynuyor, kavurucu bir ateş yakıyor her yeri. Burada da şiirler yalandır zaten,hayatın karşısında yalandır. Peki ben bunainanıyor muyum? Ben buna inansam benim bir edebi maceram olmazdı. Yani biraz tersine çevirmeye çalıştım.
Fulya Bayraktar:
Yani biz edebiyatla kendimizi kandırıyor muyuz? İnanmak istiyorum, ihtiyacım var öyle bir şeye gibi.
A.Kurtuluş:
Edebiyatla biz kendimizi kandırmak istiyoruz tabii. Edebiyat diye bu toplumla ilişki kurabilen metinlerin pek çoğuna bakın, aslında dizi-film mantığı egemendir. İyiler vardır, kötüler vardır. Siz bir iyiyi seveceksiniz, kötüden nefret edeceksiniz. Bense böyle bir edebiyattan çok fazla keyif almıyorum. Benim ilişki kurduğum edebiyat çocukluk ve ergenlik dönemim dışında bu türden olmadı. Evet, biz Kemalettin Tuğcu ile büyüdük. Bana mesela bir arkadaşım “Niye Memet Fuat’ı Mihman’da öksüz bıraktın?” dedi. Dedim ki “Ne yapalım Kemalettin Tuğcu ile büyüdüm.”
Tümay:
Sizin şiirinizi Hüsamettin Çetinkaya ‘olumsuz şiir’ olarak tanımlarken, olumsuz şiirle toplumcu gerçekçi şiiri net bir şekilde ayırıyordu. Ona göre toplumcu gerçekçi şiir ideoloji üretir, olumsuz şiir ideoloji kırıcıdır. Toplumcu gerçekçi şiir biçim önerir, olumsuz şiir biçim üretir. Olumsuz şiireleştirel bir bilinç gerektirir, okuru bilinçlendirme nosyonunu reddeder. Ayrıca olumsuz şiiri modernist şiirden ayrı bir yere koyar vb. siz bu saptamaları yerinde buluyor musunuz?
A.Kurtuluş:
Büyük ölçüde yerinde buluyorum. Doğru. Hüsamettin’in kategorisi olumsuz şiiri vurgulamak için. Olumsuz şiirde aslında bir reddiye bulur. Bir red tavrı bulur. Sosyalist gerçekçilikte yansıtmacı estetik bağlar kendisini. Biz burada toplumcu gerçekçilik derken aslında sosyalist gerçekçiliği görüyoruz. Sosyalist gerçekçilik de aslında toplum mühendisliğinin bir parçasıdır. Mesela bizde de cumhuriyetçi modernleşmenin toplum ve edebiyat ilişkisi de aslında benzer bir paradigma üzerine kurulur. Edebiyatla siz bu toplumu terbiye edebilirsiniz varsayımından yola çıkar ve edebiyata biçtiği işlev budur. Aslında bu aydınlanmacı retoriktir. Hüsamettin’in dediği anlamda doğrudur.Benim edebiyatla kurduğum ilişkide edebiyatın hazır cevapları yoktur. Edebiyat, şiir bizimönümüze yeni sorular koyar. Bunu hep söylerim. Daha önce başka bir yerde de söyledim. Mesela Cemal Süreya günlüklerinde, sanıyorum, “Kırk bir yıl önce Dostoyevski okudum, o gün bugündür mutsuzum” der. Yani iyi edebiyat insanları mutlu etmez. Yani Suç ve Ceza’yı okuyan birisi artık iflah olmaz. Baş kahramanla karşılaştığınızda sizin dünyanız artık farklıdır. Ben iki buçuk yıl Ankara Barosu’nda staj kurulu başkanlığı yaptım. Staj sonu mülakatlarınabazen ben de girerdim ve Suç veCeza’yı okuyup okumadıklarını sorardım. Yani,yeni nesil,üstelik hukukçu, Suç ve Ceza’yı başka hiçbir nedene gerek yok,Ankara Hukuk Fakültesi’nde öğrencilik yapmışiseniz sırf bu nedenle okumak zorundasınız. Ayrıca bir kere de değil. Niçin? Dostoyevski kitapları benim dönüp dolaşıp okuduğum kitaplardır ve her defasında bunu nasıl kaçırmışım diye kendime sorarım.
Fulya:
Anladığımkadarıyla olumsuz şiir bir şey önermez. Reddettiği bir şey vardır, ancak yerine başka bir şey de önermez. Yani bir çıkış,bir sonuç önerisi yoktur.
A.Kurtuluş:
Evet, olumsuz şiir, benim bir reçetem var bakın, demez.
Tümay:
Akif Kurtuluş şiiriyleilgili, “İkinci Yeni’yi toplumcu gerçekçi şiire bağlayan bir şiir” diye dile getirilen bir ifadeyi not almıştım. Toplumcu gerçekçi şiire yakın durmadığınızı belirttiniz ama bu ifadenin, yukarıda bahsedilen ‘olumsuz şiir’le benzeşen ya da farklılaşan yönleri olabilir mi?
A.Kurtuluş:
Sonucunda bu bir tespittir ama ben çok katılamayacağım. Ancak yanlış olduğunu iddia edemem,öyle bir hakkım yok. Benim toplumcu gerçekçi şiir gibi bir derdim olmadı,hatta bir şiiri bir şiire bağlamak gibi… Ama mesela benim müktesebatımda bir şair olarak beni etkileyen şiirsel metinlerin içerisinde, İkinci Yeni çok önemli bir zenginlik barındırır. Aslında bizim kuşak diyerek üzerine konuşmayı çok sevmem fakat seksen sonrası benim de içinde olduğum ve birbirinden bir kısmı haberli, bir kısmı birbirinden tamamen habersiz birçok arkadaşımın, İkinci Yeni’nin sahiciliği üstüne çok önemli katkıları oldu. Yani İkinci Yeni’yi toplumdan uzak gibi etiketlerken bir kısım eleştirmenler,İkinci Yeni’nin öyle olmadığına dair bence önemli işler yaptık. Yani İkinci Yeni’nin şiirle kurduğu ilişkiyi ben bir kazanım olarak aldım. Nereye götürüp götürmediğim, halen yazan birisi olduğuma göre tartışmalıdır. Bu konuda ben çok fazla bir şey söyleyemem. Ama benim toplumcu gerçekçilik diye birproblemim, bir meselem olmadı. O benim çok uzağımdaki bir şey, ama Akif Kurtuluş’un metinlerine bakanlar Akif Kurtuluş’u gerçekçi bulabilirler.Ben çok fazla o kanaatte değilim.
Tümay:
Sonraki şiir kitaplarınız Kırgınlıklar Galası ve Akik’te muhalif, sorgulayıcı şiir çizginiz devam ediyor. Yalnız bu şiirlerde vefa, yalnızlık, ihanet daha çok var. Akik adlı şiirde “acıydı vefanın peşinatı, taksiti kırgınlık, ödedim bitti” diyorsunuz. “Gururun bedeli yalnızlık”… “Övgümü başkalarına bırakmadım, yergimi de bırakmıyorum”… Bir de ben kendinize, hayatınıza uzaktan bakma, hesaplaşma hissettim şiirlerde. “kendim bile inanmıyorum söylediklerime/olsun!”, “nasılsa kimse görmez sevgili kardeşim diyen ikiyüzümü”…Kırgınlıklar Galası adı neden? Kendinize de mi bir kırgınlık, belli bir ortama, zamana mı?
A.Kurtuluş:
Biraz böyle yaşın kemale ermeye başladığı yıllarda yazıldı bu şiirler. Necatigil’in “bekler bazı şiirler bazı yaşları” dediği gibi önemli ölçüde onun etkisi var. Mesela insan yirmi yaşında başka türlü yaşıyor aşkı, bundan sonra hayatımda böyle bir şey olmaz diyorsunuz ama kırkında başka türlü yaşıyorsunuz. Dostluk keza öyle. Biraz o dünyanın, o yaşların şiiri. Akik’tekırk yaşıma yazdığım bir şiir de var. Galiba bunun üzerine çok fazla konuşabilecek değilim ama sizin de altını çizdiğiniz bu konudaki tespitlerinize katılabilirim. Biraz yüksekten, biraz dışarıdan baktım. Kendimi iyi bulmadığım haller oldu. Ama benim çok özel hayatımdan kırılarak, kesilerek kağıda aktarılmış şeyler olarak okumamak lazım. Çünkü ben yaşadığını yazan birisi değilim. Yaşadıklarımı, hayatımı anlamaya çalışmak evet, benim bir çabam oldu, edebiyat özellikle de şiir benim için çok iyi bir enstrümandı. Onların hepsinden faydalandım ama yaşadığını yazan birisi değilim. Tabiiki bir hayata, hayatlara baktım. Kırklı yaşlarda yürürken geriye dönüp baktım. İyi bir şey çıkmışsa sevinirim.
Tümay:
Aşk yine var, amapırıltısız. “büyütebilir miyiz bir aşkı ayrılık korkusuyla” Yalan Şiirler’den. “aşk mı dedin/çarşı iznine çıkmış bir askerin sıkıntısı demişimdir” Tören Provası’ndan. “her aşk bir gün, kendi katilini bulur”, “bir odada can sıkıntısı: senistersenyatbenoturacağım/akşambizdelergelirkennegetireyim uyumu var bir evde…” ile bazen buruk, bazen iğneleyici, bazen hırpalanmış, sıkıcı, hayal kırıklığı dolu.
A.Kurtuluş:
Doğru. Benim edebi metinlerimde aşk hiç çırpıntısız bir zemin, duru bir su olmadı.Sebebini bilmiyorum. Ama dönüp baktığımda, gerçekten aşk hep bende zaten marazlı bir halde. Ben aşkı insanın insanlıktan çıkması diye tanımlıyorum. İnsan olduğu zaman aşk olamaz. Başka bir şey olur o, başka bir hal. Ha bir de şu var, kadınla erkek arasındaki ilişkinin yaşanan ama belki de telaffuz edilemeyen yerlerine girmişim. Mesela “senistersenyatbenoturacağım”… aşk içerisinde, yani kadın ile erkek ilişkisindeki yalnızlıklar. Ben edebi metinlerdeki aşk üzerine konuşabilirim. Yoksa şimdikilerin moda deyimiyle bir “life coach” değilim.
Tümay:
Sizi heyecanlandıran şiiri nasıl tanımlarsınız?
A.Kurtuluş:
Tanımlayamam. Şimdiye kadar konuştuklarımızın içinde de biraz var aslında bu sorunun cevabı. Benim sevdiğim şiirler güzel duyguları okşayan şiirler olmadı hiç. Sert, sorgulayan şiirler oldu. Genç arkadaşlar var, yirmili yaşlarında yazan. Onları da izliyorum, onların arasında beni en çok etkikeyenler şaşırtmayı seven,ama şaşırtma efektine yaslanan değil, şairlerdir. Bu şiirler beni heyecanlandırıyor. Mesela Cemal Süreya beni bunun için heyecanlandırıyor. Aynı şekilde Turgut Uyar da bunun için heyecanlandırıyor. İlhan Berk’in bende yarattığı ruh biraz daha farklı bir yerden. Son dört beş yıldır İlhan Berk’in metinleriyle kurduğum ilişki daha farklı. Hayat ve yazı denen şeyi ne kadar yakışmış buldum kendisine. Böyle bir şey haddim mi ama bir okur olarak söylüyorum, onun şairliğini önemsemesini anlayabiliyorum, bağışlayabiliyorum. Benim sevdiğim şairler şairliğini önemsemezCemal Süreya gibi.
Tümay:
Piyano, korno, trompet, keman, saksafon, gitar, klarnet… Şiirlerinizde, yazılarınızda hep müzik var. Müziğin hayatınızda önemli bir yeri olduğunu duyumsuyoruz.
A.Kurtuluş:
Evet, öyle. Ben sesi çok seviyorum. Müziği deayırt etmem. Mesela 80 öncesi 70’li yıllarda bizim solcular için arabesk denilen müzik berbat bir şeydi. Ben Esengül, Müslüm Gürses’ i çok iyi dinlerdim. Yani o arabesk denilen her şeyden haberdardım. Caz, klasik, etnik müzik, bizimtürkülerimiz, kemençe, tulum bunları severim. Bunların hiçbir tanesi bana tekdüze gelmez,beni çok heyecanlandırır. Uzun bir dönem zaten müzik sesini duymadan yazamadım. Şimdi sessizliği tercih ediyorum. Mesela benim kardeşim telli çalgılarla haşır neşir olduğu içinsaz, gitar çalmak, benim çok kıskandığım ve yapmak istediğimşeylerdendi.
Tümay:Ağır baldırıçıplak olarak tanımladığınız Ece Ayhan’la bir dönem mektuplar yoluyla da devam eden dostluğunuz olmuştu. Ece Ayhan’da sizi ona en fazla bağlayan şeyin, şair olma halini önemsememesi olduğunusöylüyorsunuz. Biraz önce de biraz değinmiştik, şair olma hali neydi? Genç bir şair olarak Ece Ayhan’ın şiir dünyası sizi etkilemiş miydi?
A.Kurtuluş:
Benim şiir dünyamı etkileyen şiir damarlarından bir tanesi tabii. Ece Ayhan şair olmayı önemsemezdi. Gümüşlük’te yaşıyordu. Bizim mektuplaşmalarımızda o Gümüşlük’teydi, ben Ankara’daydım. Kahvede otururken kimse onun şair olduğunu bilmezdi, köylülere göre okumayı seven biriydi. O da dolmuşçunun (Gümüşlük’te o zamanlar postane olmadığı için) Bodrum’daki posta kutusundan gelen kitapları getirmesi sebebiyleydi. İşte köyde, kahvede,en çok okuyan bu, falan diye bilinirdi. Yani şair olduğunu önemsemez, bir şair olarak birilerine öğüt vermez, birisine yön göstermezdi. Eren Barış çok iyi bir iş yaptı gerçekten. Ben de çok düzenli bir adam değilimdir.Mektupları iyi ki muhafaza etmişim, EceAyhan üzerine çalışacak arkadaşlar için bir malzeme oldu.
Tümay:
Eren Barış’ın çıkardığı, Ece Ayhan’la mektuplaşmalarınızın yer aldığı Kardeşim Akif adlı kitapta da, edebiyatçılara çok yakın durmaya çalışmadığınızı, şairleri şiirlerinden ayırarak, özel bir ilişki kurmadığınızı söylüyorsunuz. Şairlerle aranıza mesafe koymak, şair olma halini sevmemekle ilgili bir şey mi?
A.Kurtuluş:
Evet, şair olma halini sevmemekle ilgili. Ama benim şair dostlarım var tabiiki. Bu dostluklar şiir üzerinden kurulmuş bir ilişki belki, ama onları dostluk mertebesine getiren şey şiir değil. Ben şair olarak biraraya gelmeleri çok fazla sevmiyorum.
Tümay:Yapay mı buluyorsunuz?
A.Kurtuluş:
Hayır, yapay bulmuyorum.Aslında edebiyat dergiciliği anlamında birlikte olduğum arkadaşlarım oldu tabii. Ama ona rengini veren şey‘cemaat olmalıyız, çete olmalıyız, birbirimizi korumalıyız, bu dünya çok kötü, çok berbat’ gibi bir şey değil. Diyeceksiniz ki böyle bir şey var mıydı?Vardı, evet,hala da var. Yapay bulduğum bu benim.
Fulya:
Okuma günleri olur bazı şehirlerde,imza günleri, edebiyat ödülleri bunlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
A.Kurtuluş:
Ben imza günlerini çok istemedim. Ama diyelim bir okurla oturup sohbet ettik şiirüzerine, o aradaçıkarttı kitabı, imzalatmak istediğini söyledi, imzalarım. Ama mesela tanımıyorsunuz, hiçbir sohbetiniz olmamış,oturuyorsunuz, gelmiş elinde kitabı var size diyor ki ‘bunu imzala,beni özel kıl, ben özel bir okurum, beni kutsa’. Ben seni kutsayacak biri değilim ki. Öyle bir otorite değilim. Bunu bir tören haline getirmenin çok fazla bir anlamı olmadığını düşünüyorum.Aslında bir pazarlama faaliyeti olarak imza günlerini çok masum görüyorum. Yayınevi elli tane fazla satsın bu yolla. Başka pazarlama şekillerine baktığınız zaman, onların yanında birkitabın böyle pazarlanmasını çok ihmal edilebilir buluyorum. Edebiyat ödülleri konusunda da benzer bir tutumum var. 2005 yılında Behçet Necatigil şiir ödülü, Betül Tarıman’la birlikte bana verilmişti. Ben böyle bir ödülü reddedemem. Necatigil benim şiir terbiyemde öğretmen olmuştur, kendisi öğretmenlik yapmamasına karşın.
Tümay:
1981’de Yarın Dergisi’nin kurucuları arasında yer almıştınız. Politik tavrı olan bir sanat ve edebiyat dergisiydi. Politik konular daha mı ağır basıyordu?
A.Kurtuluş:
Hayır, en azından iki – iki buçuk yıl falan öyle değildi.Ben ayrıldıktan sonra politik tavrı ağırlaştı. Daha sonra siyasi gençlik dergisi haline geldi ve ortamında ona çok fazla etkisi vardı. Öğrenci gençlik yavaş yavaş bir şey yapmaya çalışıyordu, politik tavrı olan sanat edebiyat dergisi olma halinden hızla uzaklaşarak içinde bazı şiirlerin ve edebi ürünlerin de olduğu, ama asıl hedefi gençliği bir dergi etrafında örgütlemek olan bir oluşuma dönüştü. O süreci ben de zaten izledim. İçinde değildim.
Tümay:
Henri Michaux; şairi, iyiyi ve doğruyu gösteren insanlar yerine, ateşi keşfeden ilk insanla karşılaştırmak gerektiğini söylüyor. Ateşi keşfetmekle kastedilen, yaşadığı çağın hareketsizliğine, tutuculuğuna karşı yeni başlangıçlar yapabilmek. Bu anlatım sizin şiire bakışınızla örtüşüyor mu?
A.Kurtuluş:
Büyük ölçüde örtüşüyor. Doğru, şair iyiyi ya da doğruyu göstermez, şair iyinin ve doğrunun ne olduğunu biliyorsa niçin şiir yazıyor ki zaten. Siz iyiyi,doğruyu biliyorsanız zaten edebiyatla bir alakanız olmasın. İyi- kötü nedir bilmek, ortalamanın üzerinde bir zekaya sahip olmak demek, gidin bir şirkette CEO olun, hiçbir şey yapamazsanız gidin avukat olun.
Tümay:
1987’de Edebiyat Dostları dergisinin kurucuları arasında yer aldınız. Edebiyat Dostları var olan sanat ortamına gard alarak çıktığını, yeni bir kültür sanat anlayışının yaratılması için toparlanmanın gerektiğini, ülkenin yeni aydınlarının yaşayan, ayakları yere basan bir kültür sanat anlayışı özlemi içinde olduğunu ilk sayısında duyurmuştu. Bunun için gerekirse kavgacı olunacağı, çürümekte olanın yıkılacağı, toplumcu sanatın da tozunun üfleneceği gibi vurgular yapılmıştı. Bu büyük hesaplaşmanın ne kadarı yapılabildi?
A.Kurtuluş:
Bunu ölçmek çok mümkün değil. Ama Edebiyat Dostları o dönem çok etki yaratan bir dergiydi. Bunu yıllar geçtikten sonra daha iyi anlıyorum. Edebiyat Dostları üzerine çok konuşulabilir aslında. Şaşırttı, bize kızanlar bile Edebiyat Dostları’nı görmezden gelemiyorlardı. Mesela ben bugün bir çok insanda şunu görüyorum,“Edebiyat Dostları gerçekten bizde çok farklı izler yarattı.” diyorlar, hatta bir romanda geçecek kadar. Buna çok sevindim. Barış Bıçakçı’nın Sinek Isırıklarının Müellifi’nde Edebiyat Dostlar’ı geçer. Özellikle 1987’de yirmili yaşlarında olan edebiyat yolculuğunun başındaki insanlara Edebiyat Dostları, “Bak, böyle bir şey de varmış.” dedirtti. Biz edebiyat söz konusu olduğunda hiç kimsenin, hiçbir şeyin kutsal olmayacağının altını çizdik. Nazım Hikmet de tartışılıyordu.
Tümay:
Edebiyat Dostları’nda 1980 sonrası edebiyatını, entellektüel şiddetin olmadığı “taşra” olarak nitelendiriyorsunuz. Biraz açabilir misiniz?
A.Kurtuluş:
Taşranın o vasatı var, taşra çok ortalamadır. Taşrada insanlar birbirlerini yeni bulmuş gibi severler, sevdiklerini sanırlar ama taşranın bir başka şiddeti vardır. Dünyayı kendinden ibaret sanma ve kendi dünyasına karşı en küçük bir saldırı olduğunda hemen zulmetme, ama baktığın zaman da hayattta karşılığı olmayan bir şeydir.12 Eylül sonrası edebiyatta da bu çok hakimdi. Taşranın o sıkıcılığı, taşranın o ufuksuzluğu… Biraz buydu yani, ne derece yerinde bir tespitti bilmiyorum ama biraz polemik için ele aldığımız bir mecazdı.
Tümay:
Edebiyat Dostları’nda 12 Eylül sonrası –sizin deyiminizle- güvensizliği normalize eden, ehlileşen, benzi solan, içi boşaltılan, sinirleri alınmış, dirençsiz bir edebiyat ortamı oluştuğunu yazıyordunuz. Geçtiğimiz yıllarda, 80 sonrası şiirin tasfiyesi üzerine bir takım tartışmalar yaşandı. Bir görüş; o dönem şiirinin ülkemiz ve dünyadaki gelişmelere kayıtsız kaldığını, dönemin ruh halini yansıtmadığını, toplumdan kopuk olduğunu, içe kapalı, cansız, solgun, imgelere boğulmuş bir şiir yazıldığını ve uzantılarının tasfiye edilmesi gerektiğini söylüyordu. -Yalnız siz ve şiiriniz birkaç şairle birlikte istisna tutuluyordu hep.-Diğer görüşse, bu dönemde has şiirin peşine düşüldüğü, estetiğin önem kazandığı, poetik mirasa sahip çıkıldığı, bunların da şiirle ilgili büyük kazanımlarolduğu yönündeydi. Bugünden o döneme baktığınız zaman nasıl bir ortam görüyorsunuz, bizimle paylaşır mısınız?
A.Kurtuluş:
Bu iki kategori aslında çok fazla birbirinden ayrışmış, çok net ayrımlara sahip değil. Bu kadar kalın çizgilerle birbirinden ayrışmış iki kategoriden söz etmek yerinde değil. O dönemin fotoğrafı bu değil. Tabii o dönemin şiirinin ülkemiz ve dünyadaki gelişmelere kayıtsız kaldığı doğru. Kayıtsız kaldık da ne oldu, edebiyat ne kaybetti? Yani bunlar çok büyük yargılar. Bir de bunların tasfiye edilmesi gereği, şimdi nasıl tasfiye edeceksiniz, niye tasfiye edeceksiniz? Tasfiye edecek olan siz olduğunuza göre nasıl bir otoritesiniz? Edebiyatçı olmak; otoriteyi eline almak değil, almamaktır. Edebiyatla kurulan ilişki bir otoriteye tabi olmamak değildir sadece, bir otorite sahibi olmamaktır da. Öbür taraftan has şiirin peşine düşülmesi, poetik mirasa sahip çıkılması gibi şeyler bir eğilimolarak bu dönem içerisinde vardi. Ama bu sadece bir eğilimdi. Şimdi kalkıp neyi suçlayacaksınız ki? Ya Türkiye kan gölüne dönüyordu, sen çiçeklerden böceklerden yazıyor muydun? Ben şuna bakarım,‘nasıl yazıyordu?’. İyi yazıyor muydu, yazdığı iyi miydi, kelimeleri nasıldı, sözcüklerle nasıl ilişki kuruyordu? Edebiyat neyi yazdığından daha çok, nasıl yazdığındır. Edebiyat okuru Turgut Uyar’ın neyi yazdığıyla da ilgilenmelidir, nasıl yazdığıyla da. Neyi yazdığına bakarak AsımBezirci tasfiye etmeye çalıştı, edebildi mi? Edemedi, edemezdi de. Çünkü neyi yazdığını da bence anlamamıştı. Cemal Süreya’yı da, neyi yazdığınıda anlamamışlardı. Kan var bütün kelimelerinin altında. Ama bunu edebiyat okuru otuz yılda anladı. Bugün Gezi’de gençler “Turgut Uyar’ın dizeleriyiz” diyorlar. Yani öyle tasfiye falan olmaz, kimse kimseyi tasfiye edemez. Edebiyat bu,yazılan ortada kalıyor, yıllar sonra birisi yakalıyor o dizeyi işte, “Turgut Uyar’ın dizeleriyiz” diyor. Ayrıca tasfiye falan çok komik buluyorum, sonuçta en çok kitabı satan şairin bile toplamda yüz bin okura ulaşmadığı bir gerçek, yani toplayın bütün baskıları diyelim ki Atilla İlhan çok baskı yaptı, okundu ama yüz binden fazla değil. Çok iyi bir rakam yüz bin. Şimdi yüz bin okur üzerinden neyin otoritesi olacak. Ayrıca iyi bir edebi metnin, iyi bir şiirin ortalama raf ömrü elli yıl derseniz çok iyi.“Ben yarına kalacak bir şiir yazmaya çalışıyorum”, ne kadar ayıp bu, ne büyük bir densizlik bu. Yarına kalacak bir şey istiyorsan git yat al, kat al, bunlar yarına kalır. Edebiyat böyle bir şeyin peşine düşmezki, hele şiir bunu elinin tersiyle iter.
Tümay:
Edebiyat Dostları halkçılıkla hesaplaşmak gerektiğini söylüyordu bir de. Hatta toplumcu şiirin kaynağını halk edebiyatı olarak gören zihniyet üzerine Gülten Akın’la tartışmalar yaşanmıştı. Halk kimdir, köylü müdür, işçi midir, dünyayı emeğiyle değiştirenler midir gibi konular tartışma konusu olmuştu. Halkçılık, halk edebiyatı ve yaşanan polemiklerle ilgili neler düşünüyorsunuz?
A.Kurtuluş:
Aslında biz Gülten Akın’la tartışma yapalım demedik. Gülten Hanım bir yazı yazdı, bircevap verdi. Bizim orada vurgulamak istediğimiz şey populizmdi, yani bir populizm karşıtlığıydı. Ama bir şekilde 80’li- 90’lı yıllarda günümüz edebiyatı denen şeyin bir yere indirgenmemesi ile ilgiliydi. Mesela halk edebiyatına indirgenemeyeceğiydi. Ayrıca halkçılık dediğimiz şey sonuçta bir ortalamaya teslim olmuş, halbuki edebiyatın ortalamanın dışına çıkan, ortalamayı sarsan, çıtayı yükselten bir özgürleştirme aracı olduğunu, bir özgürlük projesi olduğunu düşünüyordum. O tartışma böyleydi. Yani böyle okunursa o tartışma anlamlı olabilir. Ama Edebiyat Dostları’nda biz bazen –dilimizin kemiği yoktu- yanlış anlaşılmaktan da korkmadan ağzımıza geleni söyledik ve onların başka yan etkileri, başka yansımaları oldu. Gülten Akın’ın çok önemli bir şairimiz olduğunu düşünürüm, benim için çok önemlidir. Sonuçta, biz şairlerin metinleri üzerine bir şey söylemedik orada. İşte bugün Gülten Akın’ın son kitabını, son şiirlerini okuyorum, gerçekten çok seviniyorum Türkçe’ye o şiirleri hediye ettiği için. Bir okur olarak Gülten Akın’ın şiirlerinden sevinçliyim.
Tümay:
40 kuşağı şairleri de eleştiriden paylarını almışlardı. “…40 kuşağının şiirlerinden acıyı çıkartırsanız, geriye pek bir şey kalmaz…” gibi söylemler vardı. Arif Damar da polemiklere dahil olmuştu bu konuda, değil mi?
A.Kurtuluş: Arif Damar bizim dostumuzdu, ama biz zaten dostlarımızla da bu tür şeyleri bağırıp çağırak konuşmaktan kaçınmazdık. 40 kuşağının ben Türkçe şiirde hiçbir zaman önemli bir damar olmadığı kanısındayım. Yani o yıllarda yazılan şiirlere dönüp bakarak, Türkçe şiirin bir manasını, kıymetini anlayabilmek bence mümkün değil. Biraz önce konuştuğum gibi, neyi yazdığından daha çok nasıl yazdığınla ilgili. 40 kuşağı ise doğrusunu söylemek gerekirse, nasıl yazdığı konusunu çokönemsemedi. Neyi yazdığı, yani yazdığı şeyin ne olduğu 40 kuşağı için daha önemliydi. Bu da bir şiiri bence kıymetli kılmıyor.
Tümay:
Cezaevi edebiyatıyla ilgili, Belge Yayınları’nın Yeni Sesler dizisi üzerinden eleştiriler vardı dergide. Eleştirilen, acıların pazarlanması ve arabesk tavır mıydı? Aslında, dönemin ruhunun yansıtılmadığı söylenen bir ortamda, yaşananlar yazılıyordu, dönemin ruhu yansıtılıyordu.
A.Kurtuluş:
Biz cezaevi edebiyatı meselesine acıların pazarlanması ve arabesk tavır olarak hiç bakmadık. Hele acıların pazarlanması. Niye öyle olsun ki,Ragıp Zarakolu ve rahmetli Ayşe Hanım çok iyi yayımcılardı. Çok iyi işler yapmışlardı ama Ragıp Bey, benim o konudaki eleştirimi hala anlayabilmiş değil ne yazık ki ve işin kötüsü de unutabilmiş değil. Bu vesileyle aslında bir kez daha bunu şöyle net söylemek lazım, biz orada yapılanın çok edebiyat içi bir şey olmadığınısöyledik. Yani biz hapishane edebiyatı dediğimiz şeyin de edebiyat içi olması gerektiğini savunduk. Eleştirimiz o yöndeydi ve üstelik hapishane hayatına dışarıdan, düşmanca bakan bir tutum asla değildi. Ama o eleştirimizi bence anlayan arkadaşlar oldu. Yani bizzat muhataplarıyla daha sonraki yıllarda çok güzel dostluklar geliştirdik.
Tümay:
80’li yıllarda Ankara’da edebiyatçıların, şairlerin oluşturduğu güzel bir dostluk ortamından bahsedildiğini çeşitli yerlerde okudum. Siz, Behçet Aysan, Ahmet Erhan, Adnan Azar, Metin Altıok, Ercan Kesal, Haydar Ergülen gibi. Haydar Ergülen söyleşimizde, o günlerden asıl geriye kalanın arkadaşlık olduğunu söylemişti. Amacının Ankara’da öğrenci evlerinde okunacak uzun bir şiir yazmak olduğunu okudum geçen günlerde. O dönem içinde olduğunuz ortam, sizde de benzer duygular çağrıştırıyor mu?
A.Kurtuluş:
Çok benzer. O dönem arkadaşlıklarımızın içinde tabiiki edebiyat önemli bir yer tutuyordu ama daha önce de konuştuğumuz gibi, bizi asıl birbirimize bağlayan arkadaşlık bağıydı. Birbirimize bağırırdık,çağırırdık,beğenmezdik, kızardık, eleştirirdik ama darılmazdık. Sert tartışmalar da yaşardık. Haydar’ın da o ruh halini çok iyi bilirim. “Ankara öğrenci evlerinde okunacak uzun bir şiir”, kıskandım yani. Keşke ben yapsaydım bunu.
Tümay:
Günümüzde yazılan şiiri, şiir arayışlarını nasıl buluyorsunuz?
A.Kurtuluş:
Günümüzde yazılan şiir gibi bir kategoriden bahsedebilir miyim emin değilim. Ama tabii hayat çeşitlenince şiir de çeşitleniyor. Yazılan şiiri iyi buluyorum, seviyorum. Takip ettiğim genç şairler var, ama dediğim gibi ben bir otorite değilim. Merak ettiğim, “Aa şimdi ne yazacak?” dediğim genç şairler var.
Fulya:
Değişen dünya düzenine ayak uydurma var mı şiirde? Ya da böyle bir değişim hissediyormusunuz?
A.Kurtuluş:
Mesela mektup ortan kalkmış artık, hiçkimse Haydar gibi mektuptan, zarftan söz edemez yirmili yaşlarda. Ama çok farklı bir muhalefet dili var, bu benim hoşuma gidiyor.Yani şimdi bir kere sosyal medyanın bu kadar çeşitliliği ve zenginliği, yazılan şiirin karakterini etkiliyor. Ha bu olumlu da olur, olumsuz da olur. Bu, sonuçta herkesin kendi macerasıdır.
Fulya:
İroni daha çok gibi.
A.Kurtuluş:
Doğru, ironi ve daha keskin, daha şaşırtıcı cümleler özellikle genç nesilde yaygın. Twitter kullanıcısısın ve orada çarpıcı cümleler yazacaksın. Ee tabi onun da tuzağına düşmemek lazım. Şiir, çarpıcı cümleler kurmak değildir, bundan ibaret değildir. Başka bir kurgusu, dünyası vardır şiirin. Bir de tabii küfürün başlı başına muhalif bir dil olduğunu düşünenler var. Tumturaklı bir küfür yazıp sağına soluna dizeçıkaranlar var. Şimdi Neyzen Tevfik’teki argo, Can Yücel’deki argo bütün bunlar sövmek için yapılmış işler değil. Can Yücel’in şiiri içindeki bir küfür sözcüğünü çıkartın, o şiir çok şey kaybeder baktığınız zaman. Ama bütün bunlar olumsuzluk anlamında bir kenara kaydedilsin demiyorum. Çok iyi şiirler yazılıyor.
Tümay:
Şiirin gitgide daha az okunuyor olması, şairleri, şiirseverleri meşgul ediyor. Kimi şaire göre, şiirin okur kaybetmesinin önemli nedenlerinden biri; modern şiir dilinin konuşma dilinden kopması, bu şiiri anlamak için belli bir şiir kültürüne sahip olmanın ve özel çaba sarfetmenin neredeyse zorunlu hale gelmesi. Kimi şairse, şiirin dilinin konuşmadilinden çok farklı ve her okunuşta yeni anlamlar üreten bir dil olması gerektiğini savunuyor. Siz bu bağlamda şiirin dili üzerine neler söylemek istersiniz?
A.Kurtuluş:
Modern şiir dilinin konuşma dilinden kopmasının örnekleri var ama bunu parantez içinealamazsınız. Bu çok genelleyici bir yargı olur. Bana sorarsanız şiir, konuştuğumuz gibi yazılan bir şey değildir. Sadece Türkçe’de değil, İngilizce’de, Fransızca’da da öyledir. Şiirin dili, konuşma dilinden, roman dilinden farklıdır. Dolayısıyla her zaman şiirin okuru, edebi ürünler içerisinde daha azdır. Çünkü ilişki kurulabilmesi için sizden de bazı şeyler ister. Siz Mihman’la kurduğunuz ilişkiyi bir şiirle kuramazsınız. Yani daha mı az okunuyor? Bence aslında daha az okunmuyor, eskiden de bu böyleydi.Şiir zaten sizin dönüp dolaşıp, yeniden yeniden ilişki kuracağınız bir şeydir, belleğinize alacağınız bir şeydir, saklayacağınız bir şeydir. Çıkartıp dönüp dönüp yeniden okursunuz. Bir şiir kitabının on kere okunması diye bir şey yoktur ki, şiirler sürekli okunur. Yani yirmi-otuz yıl önceki gibi bir edebiyat okuru profili yok. Çünkü gidiyor internetten buluyor. Örneğin, ben şiirlerimde çok az büyük harf kullanmışımdır, internetten alıyor, kopyalayınca word otomatikman o harfleri büyütüyor. Bunlar da alıyorlar koyuyorlar Akif Kurtuluş’un şiiri diye. Hiçbir özen yok. Telif melif istemiyorum, biraz özen yeter.Okur buluyor zaten kimdir bu Akif Kurtuluş, ne yer, ne içer,Google’dan tak diye buluyor, o şiirleri okuyor. Yani gidip topluca alayım şiirlerini okuyayım var, olmaz mı var tabii, ama daha az. Mutsuz değilim. Okurla kurulan ilişkide ben hiçbir zaman umutlu olmadım ki.
Tümay:
Şiirimizde sesin giderek çekildiği, şiir söylemekten şiir yazmaya geçildiği şeklinde görüşler var. Katılır mısınız? Bu durum ve İkinci Yeni’yle başlayan, şiirde atonelliğin yerleşmesi, şiirin daha az okunmasında etkili olmuş olabilir mi?
A.Kurtuluş:
Bence çok etkili değil. Yani şiirde sesin geri çekilip şiirin yazılabilen bir şey olmaya dönüşmesine dair örnekler her zaman vardı. Bence çok belirleyici değil. İletişim çağının bugün içinde bulunduğu durum, aslında bence daha etkileyici. Eskiden merkezler daha azdı. Birkaç merkez vardı,şimdi her medya ortamı bir edebiyat merkezi. Bundan da çok şikayetçi değilim doğrusunu isterseniz.
Tümay:
Bilimin, teknolojinin gelişmesi, üretim ilişkilerinin farklılaşması, insanların özel ve sosyal yaşamlarının hızladeğişmesi, şiirin geleceği ile ilgili neler düşündürtüyor size?
A.Kurtuluş:
Farklılaşır, yani 50’ler Türkiye’sinde yazıldığı gibi bir şiir yazılmaz tabiiki. Hız çağındayız, sosyal ilişkilerin artık daha farklı dilleri var. Bütün bunlar da yazılan şiirleri farklılaştıracak, çünkü bu hayatın içindeki özneleriz. Ben 1980’de 21 yaşımdaydım, 2013’te 20’li yaşlarında olanların hayatla kurduğu ilişki farklı. Zaten farklı olduğu için Gezi’nin aktörleri daha çok onlar oldular. Bizim isyan dilimizle 20’li yaşlardaki insanların isyan dili çok farklı.
Tümay:
Çeviri şiirlerde şiirin kendisinden çok şey kaybettiğini göz önüne alırsak, yerel olanı evrensele taşımak ne kadar mümkün? Yerel dil problemini aşabilen evrensel normlardan bahsedebilir miyiz?
A.Kurtuluş:
Bence kaybediyor ama kaybetmesin diye çevirmenin işini kolaylaştırabilecek bir şey yok.Şiir, şiirden başka bir şey değildir zaten. Aşk, ayrılık, ihanet, vefa, sadakat, dostluk, dayanışma, intikam,pişmanlık… yazılı edebiyatta temel duygular aslında çok fazla değil. Bütün pırıltı nasıl yazıldığıyla ilgili. O bakımdan evrensellik diye bir kaygı olmamalı bence.
Kalp, ruh, akıl, dil. Üzerine epeyce kafa yorduğunuz kavramlar. Gül ve Pençe’den “gülle pençe arasında gidip gelen ruhunu senin/kalbini kazarak çıkardılar/aklına isyan ederken tanıdığında kalbini/aklın ruhunu çoktan sınır dışı etmişti/…” Romantik Korno’dan “Dil ile kalp arasındaki ayrımı ortadan kaldırabilseydik, edebiyatın da bir anlamı olmazdı.” Kalbimizin ruhumuzu satarak dilimizin yanına koştuğunu söylüyorsunuz. Sizin; kalbe, onun üvey kardeşi ruha, dile olan yakınlığınızın, galaya davetli tek protokol konuğu akla yakınlığınızdan daha özel olduğunu hissettim. Yanılıyor muyum?
A.Kurtuluş:
Doğru. Edebiyat akılla yapılabilen bir şey değil. Ama akıl dediğimiz şey ölçülüdür, hesaplıdır. Ruh öyle değil. Benim daha genç yaşlarda söylediğim şeyler bunlar. Aradan geçen yirmi yıldan sonra da çok farklı düşünmüyorum. Yani dil ile kalp aynı şey olsaydı zaten edebiyatın da bir anlamı olmazdı. Ama öyle çok birbirine indirgenebilecek bir şey değil. Mesela Mihman’la ilgili Tarsus’ta da sormuşlardı, ben edebiyatın vicdanla yapılabilen bir şey olduğunu söylüyorum. Vicdan ile bilinç İngilizce’de aynı sözcük ‘conscious’, ama Türkçe’de ayrı. Bana çok ilginç geliyor bu. Ben burada “Bilinçle vicdan madem bizde ayrı, sen hangi tarafta yer alacaksın Akif? Tarafını seç.” dediklerinde vicdan diyorum. Ben aklı ve bilinci bir kenara itmiyorum. Söylediğim böyle bir şey değil.
Tümay:
Mesleğiniz gereği haksızlık, adaletsizlik, insan hakları ihlalleriyle bizim olduğumuzdan çok daha fazla yüzyüze geliyorsunuzdur. Meslekte yaşadıklarınız hukuk sistemini daha çok sorgulamanıza mı yol açtı, ona olan inancınızı pekiştirdi mi, kişisel olarak öfke, nefret, çaresizlik gibi duygularınıza ne yaptı?
A.Kurtuluş:
Bunun üzerine çok konuşabilirim de başka bir yere gider. Bununla ilgili zaten 2004 Hukuk Kurultay’ında bir tebliğ de sunmuştum aslında. Bir kere mesleğin içinde olmam, adalet kavramını sorgulamak için hakikaten şans. Daha doğrusu belki de o şansı ben yarattım. Yoksa Ankara’da 12 bin avukat var, Türkiye’de 120-130bini buldu. 70-80bin civarında hakim ve savcı var,o zaman onların da aynı sorgulamayı yapması lazım. Ama evet epeyden beri iyi hissetmiyorum, zaten adalet kavramıyla da sorunlu birisiydim ama Türkiye’de yargı, hukuk düzeni bunlar artık çok boş tartışmalar. Reform da olmaz, adalet reformu Türkiye’de hiç yapılmayacak bir şeydir.
Tümay:
Şiirlerinizi hep daha çok önemsediğinizi, deneme yazılarınızı ise daha çok sevdiğinizi söylüyorsunuz. Sanki bir paradoks var gibi görünüyor burada. Şiir- deneme yazısı- üvey evlat derken, sonradan gelen roman bu konumlanmada nerede duruyor?
A.Kurtuluş:
Bir paradoks var burada evet. Bunu daha önce de söyledim, bana 20’li yaşlarımda “Sen bir gün roman yazacaksın.” deseydi biri, ki dedi, gülerdim, ki güldüm. Büyük konuşmamak gerekiyormuş. Yani şiir benim ilk gözağrım gibi falan değil. Ben şiirle doğdum, şiirden doğdum. Deneme yazılarımda ise üslûp ile girdiğim ilişkiyi ben çok seviyorum. Orada sözcüklerle oynama maceramı seviyorum ama benim için asıl değerli olan şey şiirle kurduğum ilişki. Romana gelince, gerçekten de ben Nezir ile Memet Fuat arasındaki o çarpışmada defterime bir dize yazdım. Şiir çalışmalarımın bir parçasıydı o dize, sonra o duygunun etrafında dolaşmaya başladığımda beni öbür taraftan yazmaya iten bir başka duygu geldi, yakaladı ve bana dedi ki “Hayır, bu şiir olmaz. Sen bu yolculuğa çıkabileceksen çık.” Ve baktım ki bu uzun bir hikaye, yok olmuyor ve o romana dönüştü.
Tümay:
2012’de romanınız Mihman yayımlandı. “Şiir sizin ne olduğunuzu ve ne hissettiğinizi söyler; romansa yaratılmış karakterlerin ne olduğunu ve ne düşündüğünü söyler… Romancının temel dinleyicisi diğer insanlardır. Şairinkiyse kendi benliğidir.”diyor 20. yüzyılın önemli romancılarından John Fowles. Yücel Kayıran’ın da şöyle bir saptaması var; günümüzde romanın şiirden daha çok okunmasını; romanda kahramanlar üzerinden kurulan imajların daha cazip olmasına, insanın şiirde kendi benliğiyle, zayıflıklarıyla, çıplaklığıyla yüzyüze gelmek istememesine bağlıyor Kayıran. Şiir-roman üzerine bu düşüncelere katılır mısınız?
A. Kurtuluş:
İnsan şiirde kendi benliğiyle, kendi duygularıyla, çıplaklığıyla yüzyüze gelmek istemez mi? Gelmek isteyebilir, niye istemesin? Yani birbirinden çok net olarak ayrılan şeyler değil. Şiir, okuyanın ne hissetiğini, ne düşündüğünü itirafa zorlar belki. Birbirinden çok kesin ayrımlar söz konusu değil, ama okuyucuyu kastediyor. ‘Romanda yaratılmış karakterlerin ne olduğunu, ne düşündüğünü söyler.’ Ama şiirde de, aslında baktığınız zaman Akif Kurtuluş şiirlerinde de bir karakter bulabilirsiniz. Orada yaratılmış bir karakter vardır, ama şiir daha hırçındır. Şiir edebiyatın haşarı çocuğudur. Yani şiir bu salona girdiği zaman değerli eşyaları kaldırmanız lazım. Dili farklıdır. Romandaki özneler daha etli butludur, daha görünürdür, daha yaygındır, daha hareketlidir, daha akar, daha fotoğrafa yatkındır. Yani bir şiirle görsel sanat yapabilmeniz çok daha zordur. Ama bir romandan bir sinema uyarlaması yapmak bu nedenle daha kolaydır. Çünkü karakterler daha görünürdür.
Gülşen Aytaç:
Romanınızda Ankara tasvirleri ön planda, büronun yeri-ki büronuzu bulmamda yardımcı oldu-, sokakların ayrıntılı tasvirleri… Buna ek olarak bir karakterinizin avukat olması bana romanın yarı otobiyografik olma ihtimalini düşündürdü. Bunun doğruluk payı var mı?
A.Kurtuluş:
Elli yaşında biri roman yazarsa bu tuzağı kendisi yaratır. Böyle düşünüleceği benim aklıma geldi. Doğrusu bu ihtimali düşündüm, fakat bundan kaçmadım. Sizinle de sohbet ederken söyledim, tekrar edeyim. Ben gerillanın kaçıracağı bir karakter yaratacaktım,çok gezen, hareketli,sosyal hayatın içinde olan birisi olmalıydı. Doğrusu, ben daha önce bu konuda çok söyleşi yaptım ama ilk defa burada söylüyorum. Mesela bir ilaçmümessilini falan düşünmüştüm. Sonra dedim kendi kendime, niye o kadar uzağa gidiyorsun ki, bir avukat karakteri bunu fazlasıyla yerine getirir,sen de bu dünyanın içindesin. Oradan kaynaklandı. Evet, kendi tecrübelerimi kullandım ya da belli hayat alışkanlıklarımdan, gündelik hayat içerisindeki jestlerimden faydalandım. Otobiyografik olduğu düşünülüyorsa, değil derim. Ama etimden sütümden faydalandım, bunu söyleyebilirim. Bu romanı okuyan eski sevgilim telefonda gülmekten zor konuştu. Çünkü hala öyleyim, Mihman’daki MemetFuat gibi havaalanına uçak kaçar korkusuyla çok erken giderim. Bir de Ankara benim kırk beş yıldan fazla yaşadığım bir şehir. Mihman’da Ankara’ya varsa bir borcum onu ödemek istedim. Mihman’ın arka planında zaten kendi kendime borçlandığımı hissettiğim mekanlara, kişilere,şarkılara yaptığım jestler var.
Gülşen:
Ülkenin güneydoğusunu eksen alan romanınız, her karakterin anlatıcı olduğu bölümlerden oluşuyor. Bir kadının, bir Türk’ün ve bir Kürt’ün bir olaya farklı bakış açıları var. Bunun ne gibi zorlukları olduğunu söyleyebilirsiniz?
A.Kurtuluş:
Yazarken bunun zorlukları oldu mu? Fark etmedim ben yazarken. Okuyanlar bunun kolay olmadığını söylüyorlar. Aslında bir şekilde bir çalışma gerekti, bu çalışmayı yaptım. Yani Nalan’ın diliyle, Ruhi’nin, Nezir’in dili bunlar birbirinden çok farklı dünyalar ve kendi iç dilleri var. Delila’nın dili mesela. Bu iç dilleri kullanmak yerine bir üst anlatıcı kullanabilirdim. Ama bunu çok samimi, çok sıcak bulmadım. Üst anlatıcıyı tercih eden, üst anlatıcının konuştuğu romanların samimi olmadığını iddia edecek değilim. Ancak bu karakterlerin kendi dünyasından konuşmalarını daha iyi buldum. Buzorluğunu fark etmedim. Mesela şiir yazma süreci çok sancılıdır benim için. Fakat döndüm baktım ‘Mihman bitti benim için artık’ dediğim noktada, aslında ben eğlenmişim. Biraz farklı bir eğlenme tabii. Lay lay lom gibi değil. Çok bilinmeyenli bir problemi çözmüş, birilerinin aylarca uğraştığı bir problemle ben yıllarca uğraşmışım, ama sonunda çözmüşüm.Mihman, yazmak anlamında belki bir yılda bitmişti ama ben 1994’ten beri düşünüyordum.
Tümay:
Kitapta karakterler sanki bir çemberi tamamlıyorlar. Birbirine bağlanan, kesişen, birbirine uzanan karakterler… Karakterleri oluştururken nasıl bir çalışmanın içinde oldunuz?
A.Kurtuluş:
Aslında karakterler biraz daha fazlaydı sonraki çalışmalarımda azalttım. Nasıl bir çalışma yaptım, bir sürü defter harcadım. Temel karakterlerin herbirine bir defter ayırmıştım. Önce aklımda Mihman, Mehmet Fuat ile Nezir’in çatışmasıydı. Önce o bölümü yazdım ve onun etrafındankarakterleri oluşturdum. Kafamda birisinin kaçırılması vardı, ama önce o hesaplaşmadan başladım. Ondan sonra karakterleri oluştururken, mesela Nalan, Mehmet Fuat, Nezir zaten vardı da, Ruhi, diğerleri, bunlar çalışmayla beraber devam etti. Bir de büyük kartonlar kullandım. Yani o karakterler, onların kesişmesi, karakterlerin birbirleriyle olan ilişkisi için duvarda kartonlarım vardı. Cinayet masası çalışır ya onun gibi duvarlara yazıyordum. Evimize gelen yardımcı bir ablamız var, eşime “Abi ne yapıyor?” diye soruyormuş.
Gülşen:
“Karanlıkları anlamak için kısa sorular sorar, daha çok onları konuştururum.” demişsiniz bir bölümde, bu cümleyi biraz açabilir misiniz?
A.Kurtuluş:
Bu aslında edebiyatın, benim edebi tavrımın da ifadesi. Daha çok karakterleri konuşturmakla da ilgili. Bilmiyorum ki nasıl açayım bunu? Aslında içinde çok net değil mi? Evet, küçük sorular sorup onları konuştururum. Mihman’da da yaptığımbir bakıma böyle bir şey. O karanlığın ne olduğunu ona “Bak burası çok karanlık.” diye ifade etmem. Onun bu meseleyi anlaması, onun bu karanlığı anlamasını sağlarım. Yani onu kışkırtmak biraz.
Gülşen:
Ankara dışındaki şehirlerden bahsederken genelde fazla ayrıntı kullanmamışsınız. “Gayrettepe’nin işkencesinden geçmiş…”, “Yoldaki tabelalardan Okmeydanı’nı okudum.” Ancak Ankara sokaklarında bir gezintiye çıkarıyorsunuz biz okurlarınızı, bunu Ankara’da yaşamanıza bağlamak doğru olur mu?
A.Kurtuluş:
Tabii, biraz önce de söylediğim gibi. Gayrettepe’nin işkencisinden geçmiş derken, Gayrettepe İstanbul Emniyeti’nin bulunduğu yer. Oraya bir gönderme var. Okmeydanı da İstanbul’da Kürt yurttaşların çok yoğun yaşadığı bir yer. Yani aslında Van’da da çok ayrıntılar var. Van’ı biliyordum zaten, bu roman için de epey gittim. Sokakların hepsini tek tek değişik saatlerde, gece karanlığında, sabahın erken saatlerinde yaşadım. Van-Başkale arasındaki yolu, o sokakları, Van’da karakterin deşifre olduktan sonra gelip kaldığı güvenli evi falan hepsini gördüm yani seçtim.
Gülşen:
‘müseccel, tevkifat’ gibi genç okurları zorlayabilecek kelimelerle karşılaştım. Açıkçası beni sözlük kullanmaya itti. Bu kelimeler yerine daha güncelleri olsa cümlelerin müziği açısından daha iyi olmaz mıydı?
A.Kurtuluş:
Olmazdı; çünkü ‘müseccel, tevkifat’ Cemil Bey’in kelimeleri. Cemil Bey Tarsuslu, Demokrat Parti ilçe başkanı. Bu biraz Demokrat Partili dili. Müseccelin aslında sözlük anlamı tescilli, ama anti-komünist bir bakış açısından müseccel dendiğinde gerisini getirmenize gerek yok. Müseccel demek çok azılı komunist demek, komünist olduğu tescilli demek, yani öyle gizli saklı değil. Tevkifat da tutuklama demek. Müseccel yerine başka bir şey hayatta olmaz yani. O, onun dili. Okur da bakacak, onu bilecek, araştıracak.
Gülşen:
Sizieli hafif hemşireye/doktora benzeten olmuştur mutlaka, çünkü böyle hassas bir konuya bu kadar nazik yaklaşmanız bu hissi uyandırıyor. Bunu şair oluşunuzla ilişkilendirebilir miyiz?
A.Kurtuluş:
Bilmem, ilişkilendirebilir miyiz? Nazik derken kızdırmamak sanırım. Bir arkadaşım bana “Bu romanda herkes çok iyi.” dedi. Bir bakıma doğru, ama o klişeden kaçtım. Ben orada mesela gerillayı eli kanlı bir katile çevirebilirdim, halbuki onu kendi dünyası içerisinde ele aldım. Delila, gerilla karakterini bugün Türkiye’nin görmek istediği gibi bir katile, bir cellata, bir canavaradönüştürebilirdim. Ama Nalan’ın konuşmasında söylediği gibi,üç gencin öldüğü bir çatışmada –biri asteğmen, ikisi gerilla- nasıl oluyor da “Benim oğlum masum.” denilebiliyor. Belki benim oğlumun namlusundan çıkan kurşun iki gerillanın bir tanesinin göğsüne saplandı. Herkes kendi evladını orada masum görmek istiyor. Kendi evladı masum, diğerleri değil. Bu denklemin ve bu dilin bugün içinde bulunduğumuz meseleyiçözemeyeceğine kanaat getirdim. O nedenle Nalan’ın Karşıyaka Mezarlığı’nda oğlunun mezarı başında yaptığı konuşmayı ben bir kere yazdım, bir daha okuyamadım. Hatırladıkça bile kötü oluyorum. Editöre dedim ki arkadaşlar ben burayı okumadım, burada bir hata olabilir. Denedim çünkü. Gece çalışıyorum, sabahleyin kalkıyorum gece çalıştıklarımı okuyorum. Bakıyorum ne yazmışım, sonra devam ediyorum yeni bölümlere. O bölümü okuyamadım. Bu dilin, o hayatı anlamak için gerekli dil olduğunu düşünüyorum. Yoksa Mihman’da avukatın çok sevmediğim yönü var ama bunu gösterip insanların karşısına o şekilde çıkartmak istemedim. “Savaşan kesimin bir tarafı olarak bu gerilla çok yumuşak çizilmiş.” Acaba? Emin misiniz bundan? Delila kendi iç hesaplaşmasında nasıl kaçan birinin infaz emrini verdiğini söylüyor. Bunu ben uydurmadım,biliyorum, dersimi çalıştım. Bu konu üzerine, bu meseleyi edebiyatın içinde dert edinen herkesin ulaşabileceği bir şekilde çalıştım. Herkesin yapabileceği şekilde çalıştım. Belki eksik belki fazla.
Gülşen:
Tek bir olaya farklı perspektiflerden yaklaşmışsınız ve yorumlardan kaçınmışsınız. “bu lekeyle yaşayamam mı demek istemişti, yoksa teşkilat da bana bu tezgahı kurduysa batsın bu dünya mı dedi hepimize?” buradaki amacınızın okuru özgür bırakmak olduğunu söyleyebilir miyiz?
A.Kurtuluş:
Tam da öyle zaten. Bilmiyorum daha ileride konuşacağımız şeylerin arasında var mı,mesela MİT’çi intihar mı etti yoksa öldürüldü mü? Yine bunu okura bırakıyorum. Orayı kendisi doldursun. Özgür bırakmak, evet. Yani her tarafı köşeli, bağlanmış, bitmiş bir paket gibi önüne koymak. Böyle bir şey istemedim, çünkü birbiriyle kesişen, sonra tekrar karşılaşan bütün bu ilişkiler yumağında kimsenin hazır reçetesi yok. Edebiyat bir barış protokolu yapmıyor. Ben bir barış protokolü yapmak istemedim. Böyle bir şeye edebiyatın gücü yoktur zaten, bu hayatı anlama dili üzerine ben bir çaba gösterdim.
Tümay:
Yazarın kişilere önyargısızyaklaştığını, bizim de öyle okumamızı istediğini duyumsadım ben de. Örneğin romanın kötü karakteri istihbaratçının istihbarat toplantısında söyledikleri, Ordu’da Kürt işçiler için yaptığı girişimler… Sonra dağdaki Baran Aydın’ın Ergin Günce takma adını alması ve oğlunun adını Turgut koyması, sanatsever bir imajının olması…
A.Kurtuluş:Doğru, önyargılarla ilgili ciddi bir problemim olduğu söylenebilir. En azından buönyargıları biraz önplana çıkarabilmeyi istedim. Sanatsever değil çünkü bir şekilde edebiyatın içinde bir karakter Baran. Bunun altını çizmeniz benim çok hoşuma gitti gerçekten. Ergin takma adını alması, oğlunun adını Turgut koyması, gerçek hayatta hakikaten böyle biri var mı, diye bir soru akla getiriyor. Eğer bir romanda öyle bir karakter varsa, bunlar hayatta birden fazla vardır. Edebiyat bence böyle bir şey.
Gülşen:
Delila karakteri “Ne kadar azkonuşsam o kadar iyi.” demişti ve onu yazdığınız bölümler de kısa. Kendi içinde bile az konuşan bir karakter. Aynı şekilde müdür karakteri de tam tamına kendini yansıtıyor, gerek konuşmalarıyla, gerek yorumlarıyla, argo kullanımıyla. Bunun karakterleri gerçekçi yapmanın yanısıra okuru karaktere daha da yaklaştırmak, okurların önyargılarını engellemek amacı taşıdığını söyleyebilir miyiz?
A.Kurtuluş:
Evet, önyargıyla ilgili konuştuk zaten. Ama okuru karaktere daha da yakınlaştırmak, evet bu var. Biraz bunu istedim doğru. O dünyayı o diliyle anlamaya çalıştım. Mesela istihbaratçının dili çok farklı, kavramları çok farklı. Kimi görüşmelerinde daha teknik bir dil kullanıyor.
Gülşen:
Nalan’ın oğluyla aynı çatışmada ölen gencin annesi tülbentini Nalan’a veriyor. Burada Asiye barış için umudunu Nalan’a mı bağlıyor yoksa birbirlerine düşman değil de birbirlerinin kader ortağı olduklarını mı söylemek istiyor?
A.Kurtuluş:
Kürt aşiretlerinde kan davalarını bitirmek için görüşmeler yapılır, o olur, bu olur, ama aşiretten kadınlar tülbenti yere attığında son söz söylenmiştir. O çatışma biter artık. Bu çok net bir şeydir, ondan sonra herhangi bir şekilde o silahların konuşması çok onur kırıcı bir şeydir, çok büyük onursuzluktur. Tülbentin böyle bir retorik değeri var. Aslında kadınlar aşiretlerin kan davalarında çatışmanın içinde olanlar değillerdir. Kan davası içinde bir kadının vurulması gibi bir şey olmaz, kan davası erkekler üzerindendir. Ama kadınlar tülbenti yere atarak silahı susturan güçlerdir. Bu çok zor yapılan bir şey, öyle kolay değil. İki aşiretin kadınları arasındaki çok gizli bir haberleşme trafiği ile yapılan bir şey. Burada Asiye bunu yapmıyor. Çünkü kadınların da elinde silah, bu çatışmanın içinde olduğubir yerde bunun bir işe yaramayacağının farkında. Ve “Biz seninle bu acıda ortaklaştık zaten, ancak ben sana bu tülbentimi verebilirim.” diyor.
Tümay:
Subcomandante Marcos tişörtünün önce askerin üzerinde ilk deliğini alması, sonra avukattan gerillaya geçmesi ve ikinci deliğini alarak tekrar avukata dönmesi, okurken ürpertiyor ve bu döngünün artık kırılması gerektiğini söylüyor bize.
A.Kurtuluş:
Benim de dileğim bu. Yani orada Marcos’u bir metafor olarak kullanmamın anlamı da bu. Marcos, o hareket, silahla olan ilişkisini bence çok iyi kurmuş bir hareket. Şu kadarını söyleyeyim, özellikle seçtim Marcos metaforunu.
Tümay:
Avukat Memet Fuat, istihbaratçı Mehmet Fuat’ın izlerinin peşinden neden gidiyor olabilir? Ordu’ya oradaki yaşantısını,nasıl öldürüldüğünü (veya intihar ettiğini) anlamaya gidişi, Atina’ya Vasiliki’yi bulmaya gidişi…
A.Kurtuluş:
Çünkü daha önce karşılaştıklarını öğrendikten ve gazeteden ölüm ilanını okuduktan sonra peşine gittiği şey, bir bakıma avukatın kendi hayatı. Benzer bir serüven yani. Başka bir hayat üzerinden kendi hayatına bakmak çabası. Vasiliki ile olan ilişkisi, belki avukatın kendi aşklarıyla yüzyüze gelmesi olacak. Bu heyecanın peşinden gidiyor. Ve tabii ki merak ettiği bir karakter o, dikkati çeken bir karakter istihbaratçı karakteri. Yirmi yıl önceki karşılaşmalarında da bu etkiyi uyandırmıştı, sıradışı bir kişilik. Onu bir de başkalarından dinlemek isteği… Bunun bir etkisi var bence.
Tümay:
26. bölümden 30. bölüme atlanmasının nedeni ne olabilir? Oraya bir şeyler yazacaktınız da sonra vaz mı geçtiniz?
A.Kurtuluş:
Bravo, bunu fark etmişsiniz. Oraya bir şey yazma falan yok. Şu kadarını söyleyeyim, tıpkı hayattaki bir boşluk gibi. Bir boşluktu, unutuldu. Hayat da böyle değil midir zaten?
Tümay:
Kitabın birinci kahramanının isminin Memet Fuat olmasının nedenini merak ediyoruz ister istemez. Bildiğimiz Memet Fuatla bir bağlantısı var mı?
A.Kurtuluş:
Her iki karakterin isimlerinin birbirine benzemesi gerekiyordu. Evet bildiğimiz Memet Fuat ile bir bağlantısı var. Zaten avukatın babasının kitaplığında Memet Fuat’ın kitapları, dergileri var, özellikle koymuş bu adı. Çünkü Memet Fuat, Türk edebiyatına çok büyük hizmeti olmuş bir edebiyat eridir. Bir şair yazdığına göre bu romanı, bu da bir jest bence. Kendimce bir borcu ödemek.
Tümay:Şiir ve denemelerinizdeki bazı olay ve karakterler romanınızda da yer buluyor. Cuma günü Kaymakamlık’ın önünde bayrak töreninde oynayan Deli Abdo, Defter’in Sahibi, Atinadaki rembetiko gecesi gibi… Bilerek isteyerek yaptığınız bir şey mi?
A.Kurtuluş:
Tabii, bilerek isteyerek yaptığım bir şey. Dediğim gibi, daha önceki yazdıklarımdan, daha önceki ruh ve düşünce dünyamdan faydalandım. Yeniden altını çizmek gibi bir şey.
Tümay:‘Düşmanını bile ele vermeyeceksin.’ sözü çok güzel. Unuttuğumuz erdem diye bir şeyi hatırlattı bana. ‘Defteri okumamak’ da aynı hatırlatmayı yapmıştı.
A.Kurtuluş:
Defteri okumamakla aynı etkiyi yaratmasına çok sevindim doğrusunu isterseniz. Nezir ile MİT’çi arasındaki ilişki, unutmak, hatırlamak, hatırlamamak, hatırlayamama, ihanet… Hakikaten orada ihanet mi var acaba? Bütün bunları karakterler üzerinden konuşmak istedim. Nezir Ordu’da Merkez Ortaokulu’nda her gün o çocuklardan farklı bir çocuk olduğu için kötü muameleye reva görülen birisi ve sınıfta kimse onu hatırlamıyor. O da o şehri unutmamak ve kendini hatırlatmak için böyle bir şeyyapıyor, arkadaşını ele veriyor. Ama ondan sonra bu kendi hayatında öyle önemli bir unsur oluyor ki,artık düşmanını bile ele vermeyecek. Bu bir erdem mi? Bunun üzerine ben yorum yapamam. Ama tartışmak için bunun altını çizmenize de sevindim gerçekten.
Tümay:
Konuyu biraz değiştirsek, 1976’da Seydişehir’de önemli bir maçta çok güzel bir gol attıktan sonra kendi kendinizi sakatladığınızı yazmıştınız. Bir şeyi en mükemmel olduğu anda bırakmak, bundan rahatsızlık duymak… Sonraki yıllarda da bir tavır, davranış biçimi oldu mu sizin için?
A.Kurtuluş:
Bir şeyi en mükemmel olduğu anda bırakmak sanatı zirvedeyken bırakmak gibi bir şey değil. Daha iyisini yapamıyor olmak duygusu beni rahatsız etti, ama bundan kaçmadım. O bir Turgut Uyar yazısıydı hatırlarsanız. Tomris Uyar’la yapılmış uzun bir söyleşide bunu Tomris Uyar anlatıyor. Tugut Uyar dışarı çıkmak istemiyordu, o beni çok etkiledi. Bana 1976’da Seydişehir’de bir maçta doğru evet öyle oldu. Fakat daha sonra ben bu tutumumla da yüzleşmeye çalıştım. Yani daha iyisini yapamadığın zaman oyunu bırakmak… Bunun aslında çok iyi bir şey olmadığı kanısındayım. Orada o mücadeleyi bırakmamak lazım. Sonuçta daha iyisini yapmaya çalışmak bence daha kıymetli. Ama daha iyisini yapamıyor musun, yapamıyorsan çok da zorlama.
Fulya:
Edebiyatta da öyle değil mi?
A.Kurtuluş:
Ee tabii, ben mesela tekrarlamak istemem. Şimdi benim aklımda ikinci bir roman var.Mesela Mihman’da kusur diye bulduğum, kusur hanesine yazacağım şeyler var. Onları yapmak istemem ikinci bir romanı çalışırken. Becerebilir miyim, altından kalkabilir miyim bilmiyorum.
Tümay:
Futbola karşı özel ilginiz olduğunu anlıyoruz. Hatta bazı şiirlerinizde, yazı ve romanınızda da futbol terimleri geçiyor. Bir yazının etrafında dolanırken ısınma turları atmak, düz ve çapraz koşu yapmak gibi… Bir dönemSeydişehirspor’da oynamıştınız. Amatör kümede kulüp yöneticisi olmak istediğiniz doğru mu?
A. Kurtuluş:
Tanıl (Bora) ile bir söyleşiye davetliydik orada da söyledim Tanıl’la bir hayalimiz vardı. Amatör kümede bir kulüpte Tanıl başkan olacak, ben başkan yardımcısı. “Ben futbol şubeden sorumlu yönetici olacağım” dedim. Aslında gerçekten de zaman ayırmak isterim, yani basit bir fantezi değil o. Ama yükselir profesyonel üçüncü lige çıkar, profesyonel ağ içerisinde o işi yapmam. Amatör küme olacak. Sokakta top oynanan bir mahallede büyüdüm ben. Çocukların tek oyuncağının futbol topu olduğu bir işçi mahallesinden söz ediyorum. Ben şimdi dışarı çıktığımda dört çocuk iki taş üst üste koyup sokakta top oynuyor olsunlar, durup seyrederim. O top benim ayağıma yuvarlanırsa alırım sektiririm, göğsümde yumuşatırım öyle gönderirim.
Lacivert:
Söyleşi için çok teşekkür ederiz.
A.Kurtuluş:
Ben de çok teşekkür ederim. Sağ olun.

Sosyal medyada paylaşın!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir