Beyin Bulantısı (Kayhan DENİZ)
Yüzlerce sevimsiz sabahtan biriydi; bu sabah, beni öldürmeyecek türden bir soğuk algınlığına yakalandığımdan dolayı daha da sevimsizdi. Dışarıdan bakıldığında ferah görünümlü ama düşüncesinden bile tiksindiğim bir odada, perdenin arkasında makinanın ekranına bakıyordum. Bir ultrason makinasıydı bu, hastalardan birinin deyimiyle “insanın içinde ne var ne yok her şeyi gösteren” makinanın karşısında, bir prob ile yatakta uzanmış “baldırı çıplak” bir hastanın bacak damarlarını izliyordum.
Hastanın sol ayağı, hastanın kendisi gibi pek iyi beslenemiyordu. Bu masaya yatana dek en az yirmi kez, yirmi değişik otorite odağından azar işitmişti. Tıkalı bacak damarlarını bana gösterebilmek için sekiz ay öncesinden randevu almıştı; o bu randevuyu aldığı zaman ben henüz tıp fakültesini bitirmemiştim. Bu nedenle bu anlar, onun için çok değerli anlardı. Yattığı yerde sürekli sesli sessiz tanrısına dua ediyordu. Bir sürü şey diyordu ama söylediklerinin anafikri, kendisini böylesine zavallı, böylesine yoksun kılan tanrının, “başındakileri” eksik etmemesiydi. Değil sabahın erken saatleri, gecenin geç saatlerinde kuyruğa girerken, biraz önce azarlanırken içinde yeşeren bazı şüphe kırıntıları şimdi yokolmuştu. Bu odada geçirdiği zaman, başındakilerle ilişkisini yeniden güçlendirdiği bir zaman dilimiydi; bunu, onun iyileşmesine yardımcı olarak, onu adam sayarak bizzat ben sağlıyordum. Probumla ona “iktidara sadakat” aşılıyor, her saniye onun sadakat deposunu dolduruyordum. Durumundan hoşnuttu, sekiz ay sonra bile olsa, hastalığı sekiz ay beklemeyecek kadar acil bile olsa, ayağı kesilecek bile olsa, o, başındaki iktidarı seviyordu. “Başındakileri” mutlak bir garantiye alacak kadar zaman geçince probu bıraktım, bacaklarındaki jeli silmesi için masada duran kağıt peçetelerden bir parça verdim; iğrendiğim bir kimseye seslenebileceğim en kibar sesle ve sesimi yumuşak kelimelerle destekleyerek: “Silinip giyinebilirsiniz.” dedim, “geçmiş olsun” diye aslında hiç olmasını istemediğim bir dilekte de bulundum. Hastanın zavallı beynindeki ta derinlerde kalmış birkaç soru işareti kalıntısı da böylece yok oldu, dualarının ve iğrençliğinin dozunu ve şiddetini arttırdı. Bu adam sayılma, bu değer veriliyormuş gibi hissetme, bu kutsanmışlık ona beş yıl kadar yeterdi. O iyi bir vatandaştı, sol ayağına yeterince kan gitmiyordu, beynine giden kan, beyninde benim umduğum düşünceler yaratmıyordu.
O giyinirken ben de tetkikin raporunu yazmaya başladım. Sol ayağına giden atardamarın tıkandığını bizden başka hiç kimsenin anlayamayacağı bir dille yazdım. Öyle herkes anlamamalıydı yazdıklarımızı, yazdığım bu “beyaz önlük manifestosu”, başkaları tarafından anlaşılırsa bizim tanrılığımıza, beyaz önlük iktidarına zarar verebilirdi. Raporu radyodan çıkan estetik harikası bir müzik eşliğinde bitirdim: Azar azar, kader bize ne yazar….
O esnada kapı vuruldu, sadece bu kapıdan çıkabilecek tok ve kaba bir sesti bu. Gıcırdayarak açıldı, kimbilir kaç yüzyıl önce yağlanmıştı, çıkardığı kulak tırmalayan ses o kadar eşsizdi ki bu sesi, sadece, açılırken bu kapı ve gülerken bölümümüzün şefi çıkarabiliyordu. İçeriye dün sevişmediği her halinden belli olan bir kadın girdi. Siyah giysiliydi ve buraya gelmeden önce bir üniversite bitirmiş olmalıydı. En az dışarıda bekleyenler kadar, doktorlar kadar, bizler ve diğerleri kadar iğrençti. İçimden onu kovmak geliyordu, oda dışına mümkünse şehir dışına, ama geri gelebilme olasılığı yüksekti. Çünkü “bilme inci”ne (bilince) sahip olduğunu, diğerlerinden farklı olduğunu birazdan fazlasıyla belli edecekti. İnsanın en temel dürtülerinden birisi de diğerlerinden farklı olduğunu gösterme güdüsüdür. Beslenme, barınma, üreme ve farklı olduğunu gösterme… İlk üç güdüsü fazlasıyla doyurulmuş bu kadın, son güdüsünü gerçekleştirmenin eşiğinde karşımda duruyordu.
Şimdiye kadar sıradan bir insan olduğunu düşünen hiç kimseye rastlamadım.Herkes farklı olduğunu gösterir giysi, saç tipi, rozet, kartvizit, davranış ve seslere sahipti. Statüsü yüksek bir kadın olduğu her halinden belli oluyordu. Bu kadın için “Statü” denen esriklik haline ulaşmanın en kestirme yolu, muhtemelen yüksek statülü erkekler tarafından döllenmek olabilirdi. O halde aslında “statü”, cinsel yolla bulaşan bir çeşit enfeksiyon muydu? Ne kadar şiddetli iğreniyorsam o kadar yumuşak ve onu galaksimin dışına atma isteğini belli etmeyen bir ses tonuyla kadına “buyrun” dedim. Kadın farklıydı, koridordaki diğer farklılar gibi farklıydı, aslında o daha farklıydı, belki de en farklı olanıydı. Siyah bir pantolon ve boynundaki kolyeyi gösterecek şekilde kesilmiş siyah bir bluz giymişti, suratında bu giysilere uyan koyu bir makyaj, üzerinde benim altı aylık maaşım kadar mücevher, göğsünün sol tarafında önemli biri olduğunu gösteren bir rozet vardı. Neresine baksam önemli biri olduğunu belli edecek bir şey görüyordum.”Beni Mete Bey gönderdi, bir ultrasonumuz vardı” dedi. Bu cümleyle konumuyla ilgili tüm şüpheleri gidermiş oldu, şimdi her şey yerli yerindeydi. Bu kadın onun muayenehanesinden geliyordu ve “en farklı” olanlardan biriydi. Hergün başhekimimiz Mete Bey’in sağlık dükkanından en az on tane “en farklı” cinsten hasta gelirdi. Bu “en farklı” hastaların hepsinde bir sürü ortak davranış kalıpları izlenebiliyordu. Hayatta bu kadar birbirine benzer davranışlar gösteren bir insan topluluğunu, kimsenin gördüğünü sanmıyorum. Ses tonlamalarından bakışlarına, üflemelerinden kağıt uzatmalarına, şikayet etmelerinden hakaretlerine kadar, kadın-erkek, okumuş-okumamış, kim olursa olsun hepsi tek yumurta ikizleri gibi birbirlerine benzerlerdi. Bu çok doğaldı çünkü hepsi aynı süpermarketten çıkmaydı. Mete Bey’e verdikleri vizite ücretiyle “Metebeyli” sınıfından olmanın ayrıcalıklarını satın aldıkları için, “en farklı” olmak, onların fazlasıyla hakettikleri bir kazanımdı. Cüretleri, dik dik bakmaları, sana kiraladıkları bir telekız gibi davranmaları ve küstahlıkları için Mete Bey’e yeterince ödeme yapmışlardı, şimdi verdikleri paranın karşılığını sonuna kadar çıkarmak, onların en doğal haklarıydı. “Metebeyli” sınıfına mensup olmak, apayrı bir psikoloji gerektiren durum, bir üst bilinç haliydi, herkes bu sıfatın üstünlüğünü taşıyamazdı. “Metebeyli” sınıfından olmak, çok geçerli bir kimlik tanımıdır, hastanedeki resmisinden en resmisine kadar hiçbir oda bu kimliğe karşı bağışık değildir, her kapı bu kimliğe geçirgendir, her bekleme zamanı bu kimlik karşısında erir. Bu kadar etkin bir kimliği satın almak için verilen 50 milyon, hiç de fazla bir rakam değildir. İşte bu prosedürlerden geçmiş gerçek bir Mete Bey Hastası duruyor karşımda, bir “übermensch”…
Bakışlarında bir cümle dinleyecek bir zamana bile tahammülü yok, ne yapılması gerekiyorsa hemen yapılmasını istiyor. Kimliğine iyi çalışmış, sınıfını ve olanaklarını iyi biliyor. “Beni Mete Bey gönderdi, bir ultrasonumuz vardı” diyor, onu duymuyorum bile, zaten biliyorum, seni başka kim gönderebilir ki…”Metebeyli” türünden başka hangi hasta böyle bakabilir? Bu bakış o kadar bildik bir bakış ki şimdi hastanenin kafeteryasından yüz hastayı getirseniz hangilerinin “Metebeyli” sınıfına mensup olduğunu hiç yanılmadan söyleyebilirim. Aslında bu hastalar rahatlıkla bir şehir kurabilirler: “METEBEYLİLER… Devamlı göç alan, 50 milyon veren herkesin vatandaşı olacağı “METEBEYİSTAN” diye bir ülke de olabilir. Bayrakları, onları birarada tutan ve aralarındaki ortak bağı simgeleyen “50 milyon TL” yi temsilen iki yirmilik bir onluk banknot, çevresinde de tıbbı simgeleyen bir stetoskop olabilir. Kafamdan ışık hızıyla bunlar geçiyor. Bu esnada, kilo almaktan ve evrende gereğinden fazla yer işgal etmekten başka hiçbir işe yaramayan iğrenç sekreterimiz, radyonun kanalını Mahzun Kırmızıgül’ün yedinci senfonisine getiriyor! Arada birkaç salise “what a wonderful world” şarkısının birkaç notasını duyuyorum. Ne harika bir dünya!
Kadın halen bana bakıyor, benim öteme geçen bir bakışı var. ” Pis dişli, işi yukardan, ana kumanda merkezinden hallettim” diyor bakışıyla, bunları anlıyorum, çok çaresizim, çünkü kadının saptamalarının doğruluğunu biliyorum ve orada dişli dişli duruyorum. O kadar önemli biri ki buraya kendisinin gelmesi zorunlu olmasa kendisi yerine elinin altındaki adamlardan birini de gönderebilirdi. Cevap süremi ve kadının tahammülünü aşmak üzereyim. “Tetkik kağıdınıza bakabilir miyim” diyorum. Aslında bakmama gerek yok, biliyorum ki olabilecek en acil olmayan hasta grubu, yüzyıl beraber yaşayabileceği çok basit bir rahatsızlık. Normal vatandaşlara sekiz ay sonrasına verilen bu tetkiki, belli ki bugün yapacağım. Kağıda bakıyorum, tam dediğim gibi. Kağıdın sağ üst köşesinde bir karalama var, bu hastanın Metebeyli olduğunun delili, onların kimlik kartı. Mete Bey, vatandaşlarının tetkik kağıdına “hemen yapılsın” anlamına gelen bir karalama, hemen altına da imzasını temsilen bir karalama daha yapar. Bunlar, onu tanıma işaretidir, karşısındakini adam saymayan, ukala bir yazıdır bu; özensizliği bu bilinçle özellikle yapılır. Bu karalamalar, Mete Bey ile biz marabaları arasında ikincil mesajcı görevini görür. Bu Mete Bey’in tuğrasıdır, ufak bir el hareketinin kalem yardımıyla çevresine hükmetmesinin en uç noktaya varması, şimdiye kadar gördüğüm en somut iktidar alametidir.
Odanın kapısı kadın içeri girdiğinden beri açık; Mete Bey’in Hastaları odaya girdikten sonra kapıyı kapatma gibi anlamsız ayrıntılarla uğraşmazlar. Bu kadın da bu kurala sadık kalarak vergisini Mete Bey’e vermiş iyi bir vatandaş örneği sergiliyor. Kadının bedeninin benim görme alanımı kapatmayan yerlerinden, kapının dışındaki diğer hastalar görülüyor. Bir sürü avam yüz görüyorum, her gün sokakta gördüğüm, kaldırımda bana çarpan, pazarda benden önce domates almak için sıramı çarpan ya da dolmuş yolcusu standart insan suratları bunlar. Her gün aynada gördüğüm suratıma benziyorlar, onlarla arama bir görüntü farkı yerleştiremiyorum. Hepsinde aynı surat var, çünkü birbirlerinden farkları biri Konyalı iken diğerinin Bingöllü olması, ya da birinin bacağı kesilecekken diğerinin kalp ameliyatı olacak olmasından ibaret. Bu farkların bakışlarındaki ifadeyi değiştirecek kadar anlamlı olmadığını görüyorum. Bu bakışlarda, bu eşitsizliğe karşı en küçük bir isyan molekülü görünmüyor. Tam o anda yanıldığımı söyleyecek bir şey görüyorum. Bir bakış, bir farklı bakış, kapının dışındaki bakışlar evreninde farklı bir ton, o evrenin en militan bakışı, gözüme bir itiraz fotonu ilişiyor. Bu duruma itiraz ediyor, bakışın namusu kurtuluyor. Klasik kelimelerle bile olsa gelip itiraz etmesini umuyorum. Mağdurlar birşeye itiraz ederken bu işi, nedense hep seçilebilecek en aptalca kelimelerle yaparlar. O kadar ki bu aptallığı ancak haklı olmaları dengeler. Ancak bu bakış, sınırlarını bilen bir bakış, adı üstünde sadece bir bakış bu. Bu bakış, mevcut haksızlığı doğrultamıyor. Şimdiye kadar bakışlarla birşeylerin değiştiğini hiç görmedim, okumadım, muhtemelen görmeyeceğim. Bir şeyi değiştirmeyen bir bakış, bana, duvara, ya da bir trene de bakabilir; bunların hepsi kategorik olarak aynı işleve sahip davranışlar. O yalnız ve hiçbir işe yaramayan bakış ile benim varlığım arasında otoriter bir kadın vücudu var. Kadının bakışlarında ise odaya saçtığı ölçülemez bir otorite var. Cevap verme süremi yine aşmak üzereyim. Bu ayinin tarafıma düşen rolü bitirmek durumundayım. Sonucun hep aynı olacağını tahmin etmek zor değil, bu hastaya ŞİMDİ bakılacak. Ama ben de kendi iç saygı kurumlarımın bekası için bazı sus payı tavırlar göstermek ve bir parça ayak direyerek vicdanımı rahatlatmak zorundayım. Vicdanıma mastürbasyon yapmaya başlıyor, “Hasta kim?” diye soruyorum. Çok farkeder ya, bu ya da o, ne olacak? Hasta kendisi imiş. “Şikayetiniz ne?” diye soruyorum. Bu soru onu resmen tanıdığımın resmi olmayan bir işareti olduğu için artık daha rahat ve daha uysal konuşmaya başlıyor.
Herkes kendi meşruiyetinin eylemcisidir; o artık meşru bir hasta, bunu sağladıktan sonra biraz hastaya benzemek gerektiğini düşünüyor olmalı ki otoritesini lüzumu halinde tekrar kullanmak üzere bir süreliğine askıya alıyor. Şimdi ortalama bir hasta gibi konuşuyor; iğrençliğinden hiçbir şey kaybetmiyor ama şimdi daha edilgen ve daha salak. Bana birşeyler anlatıyor, onu yine duymuyorum. Sözlü hasta bildirgesinin bilmem kaç milyonuncu tekrarı bu odada okunuyor; gereksiz cümlelerle dolu, yaşamsal önemli konuların yanından bile geçmeyen, yersiz vurgularla daha da anlamsızlaşan tipik bir hasta hikayesi. Anlayacağımı anladım, konuşmasa da olurdu.
“İstatistiklerdeki eşitsizlik göstergelerini daha da keskinleştirmek, bu hiç acil olmayan sorununuzla ilgilenmek ve şahsınızda, sizleri daha semirgin ve sömürgen hale getirmek adına şu masaya yatar mısınız lütfen.” diye düşünüyor ama sadece son dört kelimeyi söylüyorum, diğerleri kafamda kalıyor. Bir an için benim, kendisini değil de sırası gelmiş, randevusunu sekiz ay önceden almış hastayı alacağımı sanan kadının tüm endişeleri geçiyor. İçimde birşeyler büyüyor ama içimi aşmıyor. Kafatasımın içinde olağanüstü şeyler dönüyor, ama dışarıda her şey çok olağan. Tarihin hep buna benzer olaylarla, bana benzer alçaklarla dolu olduğunu hatırlıyorum. Sonra kapının dışındaki ortalama vatandaşların bir gün bu geleneği bozacağı, sadece bakmakla kalmayacağını söyleyen ak sakallı filozofları anımsıyorum. Onların yazgısının, sülaleme küfrederken Mete Bey’in temsil ettiklerine minnet duymaktan, sonra gidip kendilerini bu kapıda bekletenlere oy atmaktan ibaret olmamasını umut ediyorum. Şimdi benle onlar arasında kapalı bir kapı var, onlar her zamanki gibi dışarıda, statüsü yüksek kadın, iğrenç sekreter, nesneler ve ben içerdeyiz. Düşüncelerimle kapının dışındakilerin beyinlerinin içindekileri arasında okyanuslar var. Kapıdan girmeleri için yapılanları hep görmezden gelen dedeleri, kendilerine kapıyı göstermek isteyen nicesini, acımasızca korkularına kurban ettiler. Şimdi onların ayak damarları tıkalı torunları, ayağı kesilecek torunları tıpkı dedeleri gibi kapının dışında bekliyor; kör bir zihin için ağır bir ayak cezası…
Şimdi masada ayağı bembeyaz biri var.Yüzyıllardır bu böyleydi, bu makine keşfedilmeden önce kullanılan makinalar, bilim, teknoloji, keşifler, insan aklının ve emeğinin tüm çıktıları, ortaya çıkan her kollektif üretim, yalnız beyaz bacakları daha da beyazlaştırmak ve de onları bu beyazlıkta tutmak için tutsak edildi. İnsan kapının dışında farklı kapının içinde farklı düşünüyor. Ben kapının neresindeyim, düşüncelerimle beynim aynı yerde mi ?
Her şey olması gerektiği gibi oluyor, yaşadığım tarihin geleneklerini bozmuyorum. Herkes davranması gerektiği gibi davranıyor, her şey yerli yerinde, beklenmeyen hiçbir şey yok. Hiç geçmeyen mide bulantımı yeniden farkediyorum. Midemin hala bulanabiliyor olması beni şaşırtıyor. Bulantımı, hiç kimseye farkettirmeden en gizli yerimde, beynimin içinde taşımaya devam ediyorum. ?
Bir cevap yazın