ERCAN KESAL ile Sinema ve Edebiyat Üzerine Söyleşi (Sayı:57)
Tümay Çobanoğlu:
“Peri Gazozu” adlı kitabınızın “Sunuş” yazısında Bergman’ın “… sanatçı da asalak gibi çocukluğundan beslenir…” sözü yer alıyor. Sizin için de geçerli mi bu saptama? Edebiyat ve sinema kişiliğinizi nasıl etkiledi çocukluk ve ilk gençlik yıllarınız, anlatabilir misiniz?
Ercan Kesal:
İnsanın çocukluğu, altın çağıdır. Geriye dönüp baktığınızda en saf, en masum ve en az kirlenmiş yıllarımız çocukluğumuzdur. Bu yüzden sanatın beslendiği bir ana kara gibidir çocukluk. ‘İnsanin belleğine en son giren, en önce çıkar’ diye bir anlayış vardır nörolojide… Yani, yıllar geçtikçe yakın zaman olaylarını daha çabuk unutursunuz, buna karşın geçmiş giderek kristalize olur ve tüm ayrıntıları daha net hatırlamaya başlarsınız… Çocukluk yılları, zannedildiğinden çok daha zengin ve şaşırtıcıdır. Kuşkusuz beni de en çok beslendiğim yıllardır çocukluğum.
Edebiyatla erken buluşmam ise, kelimelerin gücünü de erken fark etmemi sağladı. Sözün etkileyiciliğini ve önemini de kavradım böylece. Üstelik yoksul ve kasabalı bir çiftçi çocuğu için bulunmaz bir nimetti bu.
Ayla Şenel:
Peri Gazozu’nun yine “Sunuş” bölümünde, hikâye yazmanın kendinizi daha iyi tanımanızı ve tanıdıkça da şaşırmanızı sağladığını söylüyorsunuz. Bu şekilde kendinizi tanımaya ve şaşırmaya devam edecek misiniz?
Ercan Kesal:
Hikâye yazmak, senaryo Çalışmak ya da sette bir kahramanı canlandırmak… Tüm bunlar benim için terapötik süreçler… Her seferinde buralardaki kişilikler üzerinden dönüp kendime bakıyor ve samimiyetle yüzleşmeye çalışıyorum. Kendinizden başka en yakın olduğunuz, dönüp içine bakabileceğiniz başka kim var ki? Bu yüzden kendimi tanımaya çalışmam ve her seferinde şaşırmam hiç bitmeyecek kuşkusuz…
Ayla Şenel:
Bir söyleşide ifade ettiğiniz gibi, yazmak geçekten içinizdeki tortuları temizlemenizi sağlıyor mu?
Ercan Kesal:
O cümleyi Samet Ağaoğlu söylüyor, bir anı kitabında. Ben oradan alıntılayarak kendi yazma serüvenimle ilgili bir şeyler söylemiştim. Samet Ağaoğlu’na bir parça katılıyorum. Ama yazma eyleminin sadece içimizdeki tortuları temizlemekle kalmayıp yeni tortular da bıraktığını düşünüyorum.
Ayla Şenel:
Bir röportajınızda, “Yazarlık insanların hikâyesini gölgelememeli,” diyorsunuz. Buradan, yazarın anlattığı olayın kendisinin, onun nasıl kaleme alındığından daha önemli olduğu sonucu çıkıyor ki, bunun aksi görüşte olan pek çok yazar var. Ne dersiniz?
Ercan Kesal:
Doğru söylüyorsunuz… Hatta yazarların çoğunun böyle düşündüğünü tahmin ediyorum. Ama ben söylediklerimde ısrarcıyım… Sadece yazarlıkta değil, yaptığımız hiç bir işte özneden, hikâyenin sahibinden daha kıymetli hiç kimse ve hiç bir şey yoktur. Aksi, her halde, tıp biliminin hastaların hayatından daha önemli olduğu sonucuna götürürdü. Tarkovski, ‘sanatın, insanlığın iyiliği ve mutluluğu için tanrıya yapılan bir dua, bir yakarış’ olduğunu söyler. Filmlerini bu yüzden yaptığını ifade eder. Sonuna kadar katılıyorum.
Tümay Çobanoğlu:
Semih Gümüş Peri Gazozu’ndaki yazılarınızı “öyküsel deneme” olarak nitelendiriyor. Sizce yerinde bir tanımlama mı?
Ercan Kesal:
Olabilir… Doğrusu, çok da önemli olmadığını düşünüyorum. Tüm edebi metinler, tür olarak sürekli birbirleriyle alışveriş halindedirler. Aynı metnin içerisinde, hem senaryo, hem roman, hem de şiir tekniklerini kullandığım çok oluyor. Bunu keşke daha çok ve daha zengin bir biçimde yapabilsem.
Tümay Çobanoğlu:
Kitaptaki öykülerde “ölüm”ün en sık geçen ana temalardan biri olduğunu gözledim. Mesleğiniz, uzun yıllar doktorluk yapmak, bunda etkili olmuş olabilir mi? Ya da içinde bulunduğumuz coğrafya?
Ercan Kesal:
Ölüm ve yaşam kavramları aslında birbirine çok yakın, birbiriyle iç içe kavramlardır. Bir madalyonun iki yüzü gibidirler. Birini öbürüyle tarif edebilir, birine bakarak diğerini anlamlandırabilirsiniz. Hekimlik bu kavramlarla ve somut gerçeklikle çok daha erken tanışmama vesile olmuştur. Esasında hekimlik mesleği, sadece bir meslek ve is olmanın ötesinde bir ‘sanat’tır. İnsanı ve hayatı anlama sanatı. Bu yüzden sanatçı tarafım hekimliğimle yan yana ve birbirinden beslenerek yürür.
Ayla Şenel:
Kitapta gruplandırdığınız anılarınızın bölüm sonlarında, okuyucuya seslenir gibi, konuyla ilgili yanıtlanmamış sorular soruyor ya da bazı insani değerleri hatırlatıyorsunuz. Bu cümleler, yukarıda bahsettiğimiz gibi, anıları yazarak kendini tanıma sürecinin bir tezahürü olarak mı ortaya çıktı?
Ercan Kesal:
Yazıların çoğunluğu biliyorsunuz bir günlük gazetenin Pazar ekinde yayımlanan yazılardı. Güncelin tüketici tarafına yakalanmak istemeseniz de ister istemez yaşadığınız gündelik meseleler ve acıları yazınıza siniyor… Bazı yazıların bitişindeki dertleşme ya da seslenme tarzındaki cümleler biraz bu yüzden yazıldı.
Tümay Çobanoğlu:
Öyküleriniz daha çok anılarınızın bir tema etrafında kurgulanmasıyla oluşuyor. Toplumsal hafızamızın çok zayıf olduğu ülkemizde “daha çok kişi anılarını yazmalı” diye düşündüm okurken. Ne dersiniz?
Ercan Kesal:
Katılırım tabii ki. Bir örnek geldi aklıma. Bir Zamanlar Anadolu’ da filminin senaryo yazım surecinde isimize yarayacağı düşüncesiyle kitapçıları dolaşarak savcı, hâkim ve doktor anılarının yazıldığı kitapları aramıştım. Bir elin parmaklarını geçmemişti tüm kitaplar. Bu enteresan bir şey. Ya yaşadıklarının kıymetini bilmiyorlar ya da yaşadıklarını paylaşmak konusunda son derece ketumlar…
Tümay Çobanoğlu:
Bozkır’ın sizin hayatınızda çok önemli bir yeri olduğunu duyumsuyoruz okurken. Sıcak bir yaz günü bozkırda kapı açık, hafif rüzgâr esiyor, siz kitap okuyorsunuz, babanız divanda uzanmış. Ya da kar bastırmış, soba çıtırdayarak yanıyor. Çoğu kişi için bozkır hiç beğenilmeyen, çorak, tuhaf bir yerdir. Bozkırda sizin bulduğunuz güzellik nedir? (Güzel bulduğunuzu düşündüm)
Ercan Kesal:
Anamın bir lafı geldi aklıma. ‘Bülbülü altın kafese koymuşlar, ille vatanım demiş. Açmışlar kafesini gitmiş kuru bir dala konmuş.’ Bozkır benim vatanım. Ben bir bozkır çocuğuyum. Bu yüzden bir parça yanlı davranmış olabilirim. Ama bozkırın insanin içinde bıraktığı sonsuzluk ve hiçlik duygusu bana iyi geliyor. Daha açık ve aydınlık bir yerden bakabiliyorum dünyaya…
Tümay Çobanoğlu:
Dünya Edebiyatına baktığımızda Taşra Doktoru diye bir karakter var, öyle değil mi? Siz de doktor olarak İç Anadolu da dâhil olmak üzere uzun zaman taşrada çeşitli yerlerde görev yaptınız. Taşra Doktoru kimdir, nasıl bir kişiliktir, anlatır mısınız?
Ercan Kesal:
1986 yılıydı galiba..Ankara’nın Bala ilçesine sürülmüştüm, mecburi hizmet yıllarında. Kasabaya vardığım günlerde ilk tanıdığım insanlardan biri Dr. Mehmet isminde yaşlıca bir pratisyen hekimdi. Kasabanın ana caddesindeki bir eczanenin yanındaki küçük bir odayı hem muayenehane hem de ev olarak kullanıyordu. Eşinin ve çocuklarının da olduğunu ama Ankara’da yaşadıklarını sonradan öğrenmiştim. Dr. Mehmet Bey (soyadını o zamanlar da bilmiyordum, o, kasabanın Dr. Mehmet’iydi, o kadar) yaklaşık otuz yıldan beri o kasabada ve o küçük odada yaşıyordu. Çok pratik ve çok cesur bir hekimdi. Bölgeyi ve orada yasayanları çok iyi tanıyordu. Zaten onlardan biri gibi olmuştu. Onlar gibi yiyor, içiyor, onlar gibi yasıyordu. Aslında parayla da çok fazla bir ilişkisi kalmamıştı. Sanki ruhsal bir zorunluluğu onu orada tutuyor gibiydi. Ya da başka bir yere, bir metropole gitme arzusunu çoktan unutmuştu. Ben 4-5 yıl sonra o kasabadan ayrıldım. Mehmet Bey hala oradaydı. Bir kaç yıl önce ziyaretime gelen Bala’lı bir esnaftan yakin zamanda odasında ölü bulunduğunu öğrendim. Dr. Mehmet Bey bir ‘taşra hekimiydi…
Tümay Çobanoğlu:
Taşra Sıkıntısı diye bir şey var mı? Varsa, aynı yerde bin yıl daha kalacakmış gibi bir duyguya, sıkışıp kalma haline mi karşılık geliyor?
Ercan Kesal:
Köyün coğrafya olarak sınırları belirsiz ve ufku açık olmasına rağmen, beklenti ve hayalleri sinirlidir. Zaten toprağa ve iklime bağlı yaşamanın getirdiği doğal bir tevekkül hali vardır. Köylü, ısrar etmez, zorlamaz, sessizce kabul eder. Kentli ise bir nevrotiktir. Kocaman bir kalabalığın ortasında kendi sınırlarını belirlemeye ve ayakta kalmaya çalışır. Köylünün iklim ve toprağının yerini burada güçlü ve etken bir sosyal yapılanma almıştır. Kariyer planları, iş ve aile yaşamı, sosyal sorumluluklar vs… Kasaba, bu ikisinin arasında kalan ara yüz yerlerdir. Tampon bölge gibidirler. Ne köydürler, ne de kent. Köylü olmaktan ya da öyle addedilmekten hiç hazzetmezler, ama bir türlü de kentli değildirler. Köye dönmeye hiç niyetleri yoktur, lakin kente gitmek de cesaret ister. Üstelik kasabada yaşamanın kendine has tuhaf kolaylıkları da vardır, onlardan vaz geçilmez. Hep gidecekmiş duygusuyla yaşandığı için de bir türlü uzun ve kalıcı planlar yapılmaz. Bu bir süre sonra insanın içinde sıkışıp kalma hali yaratır…
Tümay Çobanoğlu:
Kitabınızda insanın en iyi kasabalarda tanınabileceğini söylüyorsunuz. Bunu anlatabilir misiniz?
Ercan Kesal:
Yukarda sözünü ettiğim insan tipleri içerisinde en arada kalmış insan tipi ‘kasabalı’dır. İnsan ruhunun kıvrımları, küçük detaylar, beklenmedik duygu halleri böyle insanlarda daha kolay tezahür eder. Çünkü insan yasadığı yere benzer, onun izlerini taşır. Bu yüzden kasabalar insan ruhunu tanımanın ideal yerleridir.
Ayla Şenel:
Hikâyelerinize “depresif” diyen de var, insanda, umut, kendine karşı samimi olma ihtiyacı, insani değerleri hatırlama gibi duygular uyandırdığını söyleyenler de… Kitapta, bu farklı algılamalara neden olan şey sizce nedir?
Ercan Kesal:
Depresif değil de belki hüzünlü diyebiliriz… Çok fazla ölüm hikâyesi var. Bu, hem hekim olmamla ilgili kaçınılmaz bir durum, hem de dönem ve yaş olarak ölümlerin çok yaşandığı politik bir dönemden geliyor oluşumla ilgili. Ama yaşam ve ölüm kavramları zaten birbirine kardeş kavramlardır. Biri olduğu için ötekisi vardır. Benim için ölüm, ‘yaşamı hak etmektir.’ Ölüm, hayatı anlamlı ve değerli hale getiren bir kavramdır. Ama yazılarımın hüzünlü olduğunu biliyorum. Ne yapabilirim, ‘yaşadığım gibi yazıyorum’ işte…
Ayla Şenel:
Çocukluğunuz, geniş bir ailede ve kalabalık bir akraba çevresinde geçmiş. Peri Gazozu’nda, öncelikle babanızdan ve sonra da annenizden çokça söz ederken, yanlış hatırlamıyorsam, kardeşlerinizden ve diğer akrabalarınızdan bahsetmiyorsunuz. Onlarla ilgili anılar sizde iz bırakmadığı için mi, yoksa yazmaya devam edip onları da bir şekilde anlatmayı düşündüğünüz için mi?
Ercan Kesal:
Radikal gazetesine düzenli olarak her Pazar yazmaya babamın ölümünden çok kısa bir süre sonra başlamıştım. Bir süre sonra fark ettim ki babamla olan anılarım, onunla yaşadıklarım üzerinden yaşadığım hesaplaşma ve ‘yas’ duygusu yazılarımın içine sızmış. Merkezinde çocukluğumun ve ilk gençliğimin, hemen ardından da ilk hekimlik yıllarımın olduğu ve doğal olarak babayla hep muhatap olunan yıllar… Baba sevgisi, babayla mücadele, babaya duyulan saygı ve korku, kendini babaya ispat, ne babayla, ne de babasız olma hali vs… Babam artık hayatta değil… Ama annem de abilerim de hayatta ve onlarla birlikteliğim sürüyor. Yani, hala ‘taraflardan’ biriyim ve onlarla hikâyem devam ediyor. Şimdiki zaman, ancak ‘geçmiş’ olursa, ‘anı’ya dönüşürse kıymetlenir. Belki de onu bekliyorum.
Ayla Şenel:
Kalabalık ailelerde büyüyen çocukların daha sorunsuz, kendine güvenli ve yaratıcı olduğu görüşüne katılıyor musunuz? Bunu kendi özelinizde nasıl somutlaştırırsınız?
Ercan Kesal:
Doğal seleksiyon teorisi bu.‘Güçlü olan hayatta kalır, zayıflar zaten yok olur.’ Kendinizi kurtarıp bugüne sağ salim, akliniz başında ulaşabilmişseniz zaten yeterince güçlü olduğunuz anlamına gelir. Kendi akrabalarım ve sınıf arkadaşlarım da dahil, bu seleksiyonda kaybolup giden o kadar çok insan tanıyorum ki!..
Tümay Çobanoğlu:
Okurken billur bir kişiliğiniz olduğunu düşündüm, bakınca diğer taraf görünüyor gibi… Hep insanı anlatan, içimize dokunan öyküler yazıyorsunuz. Sizin kişiliğinizde mazlumun yanında olma, diğerkâm olma var. Yetiştiğiniz aile ortamı herhalde çok belirleyicidir, öyle değil mi?
Ercan Kesal:
İnsan yaşadıkları, yazdıkları ve yaptıklarıyla müsemma olmalı. Bu yaşa geldikten sonra bir kez daha öğrendim ki insanin bir tek silahı var: Samimiyet. ‘Bakınca diğer tarafımın görülüyor’ olmasından ziyadesiyle memnun oldum…
Geçmişim, çocukluğum ve ailem kuskusuz kişiliğimi belirleyen en önemli unsurlardır. Çocukluğun erken yıllarında yaşananların, alınan öğütlerin ve öğrenilenlerin daha sonraki tüm yaşamı fazlasıyla belirlediği açık. Ama hayat öğrenmeler üzerine kurulu bir manzumedir ve bu ölünceye kadar da devam eder…
Tümay Çobanoğlu:
Öykülerinize, Anadolu halklarının kültür ortaklığı da yansıyor. “Her ağaçtan düdük olmaz” gibi bir Rum, Türk, Ermeni, Kürt sözü örneğin. Anadolu’yu iyi tanıyan biri olarak bu ortaklık üzerine neler söylersiniz?
Ercan Kesal:
Ortaklıktan da öte, ‘aynı ve bir’ olduğumuzu düşünüyorum. Anadolu toprakları bütün bunları kalbinde beslemiş, büyütmüş ve yol vermiştir. Önceden de böyleydi, bundan sonra da böyle olacak. ‘Aslımız şuydu, yok buydu’ tartışmaları hüzünlü bir komedi gibi geliyor bana…
Tümay Çobanoğlu:
Sinemaya giriş serüveninizi bize anlatır mısınız?
Ercan Kesal:
Sinemaya galiba ilk,1970 yılında Avanos’a ‘Paralı Askerler’ filmini çekmek için gelen ekibin oyuncularından Tony Curtis’e gazoz satmak için uğraşırken girdim… Daha sonraları da, yine kasabamıza yakin Sarıhan Kervansarayı’nda çekilen ‘Tibet’in Çanı’ filminin çekimlerini hiç kıpırdamadan taşların arkasından saatlerce izlerken de setteydim… Sinema settir çünkü… Yazdığınız, hayal ettiğiniz, konuştuğunuz, zannettiğiniz, prova ettiğiniz her şeyle orada yüzleşirsiniz… Oyuncu olarak Uzak filmindeki küçük rolü saymazsak(eşim Nazan vesile olmuştur), gerçek anlamda oyuncu ve senarist olarak ilk filmim 3 Maymun’dur. Uzak filmi ve Nazan’ın o filmle başlayan ilişkisi üzerinden Nuri’yle tanıştık ve sürdürdük.
Tümay Çobanoğlu:
Peri Gazozu’ndaki yazılarınız için üzerine basarak “Okur, hikâyelerimi okumak yerine, seyretsin istedim”, “Sanki elimde bir kamerayla çekiyor ve yazıyorum” diyorsunuz. Edebiyat ve sinemanın sizin içinizde yan yana yürüdüğü izlenimini ediniyoruz. Bu konuda neler söylersiniz? Senaryo yazarken de aynı düşünce sistematiği içinde olduğunuzu söyleyebilir miyiz?
Ercan Kesal:
Tabii ki… Sinema ve edebiyatın derdi aynıdır. Ama birisi sözcüklerle anlatır, diğeri görüntülerle… Sinema adeta vakum özelliğine sahip bir sanat olduğu için diğer yaratıcı sanat dalları tüm birikimlerini ona sunuyorlar sanki. Yazarken senarist tarafımın çok katkısı oldu. Oradan edindiğim deneyimlerim çok işime yaradı. İyi yazının kısa cümlelerle, samimi ve yalın bir üslupla ve sahici bir dille kurulduğuna inanırım. Ağdalı, süslü ve tumturaklı bir edayla ne anlatabilirsiniz ki? Yazılan her şey ayni zamanda hayat gibi olmalı. Onun gibi net, yani başınızda, gerçek ve açık…
Ayla Şenel:
“Okur, hikâyelerimi okumak yerine seyretsin istedim,” cümlesinden, seyretme eylemini okuma eyleminin önüne koyduğuz sonucu çıkar desem ne dersiniz? Ayrıca, sinemasal anlatım şeklinin, okuyucunun hayal gücünü kısıtlayıp kısıtlamadığı konusundaki görüşlerinizi de öğrenmek isterim.
Ercan Kesal:
Sinemadaki her seyircinin o filmle kurduğu ilişki biricik ve çok özneldir. Yönetmen bir film yapar ama herkesin seyrettiği film kendi filmidir. Hiç birimiz salondan birbirimizle aynı ve benzer duygularla çıkmayız. Hatta aynı filmi bir başka zaman seyretsek, bizde ilk seyrettiğimizden daha farklı duygular uyandırması da çok mümkündür. Bu yüzden yazıda sinemasal anlatımın tam tersine okuyucunun hayal gücünün sınırlarını genişleteceğini düşünürüm. Lütfi Akad, hiç bir filminde zoom özelliği olan mercek kullanmamış. Bir söyleşisinde bunu ahlaki bulmadığını söyler. Ona göre zoom kullanmak, karanlıkta tek başına perdeye bakmak zorunda olan seyirciye şantaj yapmaktır. Lütfi Bey, böylece seyirciye başka bir seçenek bırakılmadığını söyler. Süslü, metaforik, tasvir ve sembollerle yüklenmiş bir metin de okuyucuya sadece şantaj yapar.
Ayla Şenel:
Uzak filmiyle başladıktan sonra Üç Maymun, Vavien, Bir Zamanlar Anadolu’da, Küf, Yozgat Blues, Hükümet Kadın gibi filmlerde gerek senaryo yazarı, gerekse oyuncu olarak yolunuza devam ettiniz. Film festivalleri ve ödüllerinin sinema sanatı adına getirdikleri veya götürdükleri nelerdir sizce?
Ercan Kesal:
Marifet iltifata tabiidir. Bu yüzden festivalleri önemsiyorum. Böylelikle yapılan işlerin tarihe düşülmesini, not edilmesini de sağlıyorsunuz. Birbirinizden haberdar oluyorsunuz. Ödül meselesi ise çok özneldir. Çünkü tüm jüriler özneldir. Birinin ödüllendirdiğini diğerleri hiç ciddiye almayabilir. Ama bu tür organizasyonların ve buluşmaların içinde yer almak, sinemanın felsefesi ve ahlaki işlevi açısından çok kıymetli süreçlerdir.
Tümay Çobanoğlu:
Şiir ve öykünün kısa film, romanın ise uzun metrajlı film ile ilişkilendirilebileceğine dair görüşler var. Böyle bir fikre katılır mısınız?
Ercan Kesal:
Sinemanın da edebiyatın da derdi bir şeyleri anlatmak. Edebiyatın elinde kelimeler var, onunla yapıyor, sinemanın da görüntüleri. Böyle bir benzerlikleri var. Ama sizin tarif ettiğiniz gibi bir benzetme yapılabilir mi bilmiyorum. Kısanın, uzun metrajlıdan önceki aşamalardan biri olduğunu söyleyebiliriz belki ama şiir ve öyküden sonra romana gidilebileceğine, ya da bunların romandan önceki istasyonlar olduklarını düşünmüyorum…
Tümay Çobanoğlu:
Senaryosunu Nuri Bilge Ceylan ve Ebru Ceylan’la birlikte yazdığınız “Bir Zamanlar Anadolu’da”, sizin çok iyi bildiğiniz taşra bürokrasisini, insanları, mekânları çok iyi veriyor. Ve tabii sizin bozkır duygunuzu… Uzun düzlükler, rüzgârda salınan ekinler… Çekim yapılan mekânlardan biri sizin hastanedeki gerçek odanız, hatta filmdeki karakterlerden biri –doktor- siz olmalısınız. Onca yıldan sonra dönüp, o zamanki yaşamınızı filme almak, kendinizi filmde görmek nasıl bir duygu?
Ercan Kesal:
25 sene önce hekim olarak gittiğim topraklara 25 sene sonra sinemacı olarak gitmek ve o yıllarda başımdan bir gecede gecen bir olayı filme çekmek… Benim için olağanüstü bir deneyimdi. Yakında çıkacak olan ‘Evvel Zaman’ isimli kitabımda bunları anlattım zaten. Kitapta da anlattığım bir hikâyeyi çok kısa burada da anlatmak isterim. Hikâyede, genç bir çiftçi karısı ve küçük çocuğuyla küçük bir evde yasamaktadır. Genç adam, evinin yakınındaki tarlasında çalışırken terler ve oradan gecen nehre girerek serinlemek ister. Giysilerini çıkarır ve nehre girer. Yıkanırken birden fırtına çıkar, her şey toz duman içinde savrulurken adam can havliyle nehrin epey uzağında bir yerden dışarı çıkar. Üzerinde hiç bir şey yoktur. O sırada orada konaklayan köle tacirleri onu zorla esir ederek kervana katarlar. Adam bir esir pazarında saraya satılır. Yıllarca saraya hizmet eder. Padişahın gözdesi olur. Hiç oğlu olmayan padişah, ölünce onu kendine varis bırakır. Yani adam köleyken padişah olur. Artık iyice de yaslanmıştır. Bir sure sonra bu sefer padişah olarak maiyetiyle ülkeyi gezerken doğduğu, çiftçilik yaptığı topraklara uğrar. Oraya konaklarlar. Hava çok sıcaktır. Adam yine nehre girip, yıkanmak ister. Hikâye bu ya, yine bir fırtına kopar. Askerler, çadırlar, maiyet hepsi toz duman olur. Adam canını zor kurtararak sudan çıkarken, tüm gövdesinin değiştiğini ve gençleştiğini fark eder. İlk gençlik haline geri donmuştur. Nehrin kenarına çıktığında uzaktan oğlunun kendisine doğru koştuğunu görür. Suya girerken çıkardığı giysileri hala terli ve sıcaktır. Ben, ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’ filminde bir nehre girdim ve cıktım. Çıktığımda giysilerim hala terli ve sıcaktı…
Tümay Çobanoğlu:
Filmde cinayetin neden işlendiğini, katilin kim olduğunu tam olarak çözümleyemedim. Bu benimle ilgili bir eksiklik mi, yoksa özellikle mi üstünde durulmamıştı?
Ercan Kesal: Senaryoyu yazarken kuskusuz bu soruların tüm cevaplarını vermek, her şeyi yerli yerine koymak zorundasınızdır. Biz de öyle yaptık zaten. Çocuk gerçekte ölenin değil öldürenin çocuğudur. İkisinin kavgası belki de bu yüzden çıkmıştır. Ama çekerken ve daha sonra kurgularken her şey bu kadar net olmayabiliyor. Hayat gibi yani… Herkes kendi zaviyesinden bakıyor. Herkesin gerçeği kendine. Filmdeki kahramanların kendi hikâyelerine sadece kendi açılarından baktıkları gibi, onların hikâyesini seyreden seyirci de oturduğu koltuktan ve kendi açısından bakar… Sizinle ilgili bir eksiklik yok bence…
Tümay Çobanoğlu:
Filmlerin de canının olduğunu ve yaşadığını söylediğinizi okumuştum. Bunu açabilir misiniz okurlarımız için?
Ercan Kesal:
O benzetmeye ilk defasında Fenerbahçeli Rıdvan’ın bir futbol programında rastlamıştım. Rıdvan, oyuncu ne kadar cabalarsa çabalasın gol atamadığı bir pozisyonda, ‘ yapacak bir şey yok, topun canı vardır, bazen kaleye girmek istemez’ demişti. Buradan insan iradesinin ve gücünün de sınırları olduğunu, bizim dışımızda hiç fark etmediğimiz, bilmediğimiz başka faktörlerin de sonucu belirleyebildiğini anlamıştım. Filmler de öyledir. Her zaman yazdığınızı çekemezsiniz. Sette acayip ve beklenmedik şeyler olur genellikle. Çektikleriniz kurgu masasında hiç düşünmediğiniz bir filme dönüşebilir. Filmi seyrettikten yıllar sonra tekrar seyrettiğinizde bu sefer sizde bambaşka duygular uyandırabilir. Her filmin her seyirciyle her seyredilişinde ayrı ayrı ilişki kurduğunu ve her seferinde ayrı duygular uyandırdığını biliyorsak, o zaman aklımıza filmlerin de canının olduğunu düşünmek geliyor tabii ki!..
Ayla Şenel:
Okumak ve film seyretmek… Sizin için, bir eğlence olmaktan daha çok, bu konuda yapacağınız çalışmalar için ipuçları çıkartılabileceğiniz bir etkinliğe mi dönüştü?
Ercan Kesal:
Tabii ki… Okumayı ve film seyretmeyi eğlencelik ve bos zaman geçirme vasıtası olarak nitelendirmek onlara hakarettir. Benim için ikisi de hayatı deneyimleme, kendimi ve dünyayı anlama, anlatma isidir…
Tümay Çobanoğlu:
Oyunculuğa bir tesadüfle başlayıp büyük beğeni kazanan, önemli ödüller alan bir oyuncu oldunuz. Oyunculuğa başlamadan önce bu yönde bir yeteneğiniz olduğunun farkında mıydınız? Sinema oyuncusu olmak gibi bir isteğiniz, hayaliniz var mıydı?
Ercan Kesal:
Hayır. Yönetmen olmayı, film çekmeyi hep istedim ama… Yani sinema hayatımda hep çok özel ve tutkulu bir biçimde yer aldı. Oyunculuğa başlamadan önce böyle bir yeteneğim olduğunu hiç fark etmedim. Hiç böyle bir deneyim yasamadım. Belki, klasik oyunculuk süreçlerinden geçmemiş olmam, kamera önü oyunculuğunda benim için bir avantaja donuştu.
Ayla Şenel:
Yazarken ya da bir filmde oynarken, okuyucuları ya da seyircileri ne ölçüde göz önünde bulundururusunuz? Örneğin, kitabınızın küçük bir kasabada yaşayan bir çocuk tarafından da okunacağını, o çocuğun çevirdiğiniz filmleri seyredeceğini dikkate alır mısınız?
Ercan Kesal:
Yazmak da, oynamak da öncelikle kişinin tek başına sürdürdüğü yolculuklar. İçsel yolculuklar olduğu için de dönüp baktığınız kişi kendiniz oluyorsunuz. Kendinize soruyor, kendinizden yola çıkıyorsunuz. Bu yüzden yazı yazma ve oynama süreçlerinin hepsini ‘terapötik’ olarak nitelerim. Bir şeyi hedefleyerek ya da özel bir niyetle bir şey yapmam. Yazdıklarım ya da oynadıklarımla ilgili geri dönüşlerden etkileniyorum kuskusuz. Ama bu ne yapacağımı belirlemez.
Ayla Şenel:
Sıradan bir göz fark etmese de bir mimar kendi yaptığı binanın kusurlarını bilir ve görür. Kusur ve eksikliklerinizi, okuyucu ya da seyirci fark etmiyorsa bunu ne ölçüde sorun edersiniz?
Ercan Kesal:
İnsanın kusurlarını fark etmesi ne kadar önemli ve ne güzel bir şey. Bu onunla bas etmeye niyetli ve kararlı olduğunu gösterir.
Tümay Çobanoğlu:
Oyuncu olmak; kendini bir başkasının yerine koyarak davranmak demek. Bunun garip, hastalıklı, insanı yıpratan bir tarafı da var mı?
Ercan Kesal:
Hiç oyunculuk eğitimi almadığımı, asıl isimin hekimlik olduğunu biliyorsunuz. Üstelik ben kamera önü oyunculuğun, klasik tiyatro oyunculuğundan çok farklı olduğunu düşünüyorum. Belki de bu yüzden yaptığım oyunculuk serüvenlerinden yıpranmak yerine daha sağlıklı olarak çıktığımı düşünürüm. İçsel bir yolculuk gibiydi hepsi de. Bana yeni farkındalıklar kazandıran yolculuklar…
Ayla Şenel:
Bazı filmlerde ve sizin de yer aldığınız Nuri Bilge Ceylan filmlerinde sekanslar ağırlıklı yer tutuyor. Bu tür sahneler çekmenin veya oynamanın avantaj ve dezavantajlarını değerlendirir misiniz?
Ercan Kesal:
Sekansları daha çok seviyorum. Karakterle ve sahneyle ilgili daha bütünlüklü davranabiliyorum. Doğaçlamaya fırsat tanıyor. Karakterin ruhsal derinliğini yakalayabiliyorum. Senaryoda akla gelmeyen yollar açılıyor. Setin ilhamına olanak sağlıyor… Dezavantajı var mı? Biraz daha yorucu olduğu kesin, o kadar…
Bir cevap yazın