HAKKI İNANÇ İle Öyküleri ve Öykücülüğü Üzerine (sayı:62)
Fulya Bayraktar: Öykü yazmaya nasıl başladığınızı biz biliyoruz. Okurlarımız için, kendiniz anlatmak ister misiniz?
Hakkı İnanç: Üniversitedeki işletme eğitimimin beşinci yılındaydım. Okulum en iyi ihtimalle iki dönem sonra bitecekti. Bölümümle ilgili bir iş yapmak istemiyordum. Açıkçası hayatta ne yapmak istediğimi de bilmiyordum. Zaman zaman, yaratıcı yönümün kuvvetli olduğunu duyuyordum insanlardan. Düşünürken, bari reklamcılık eğitimi alayım, dedim. Özel bir akademinin akşam sınıfına kaydoldum. Yaratıcı yazarlık derslerini Bilgin Adalı veriyordu. İlk derste bizden “duvar” konulu bir yazı yazmamızı istedi. Sonraki ders sınıfa girer girmez “Hakkı İnanç hanginiz?” diye sordu. Herkes duvarlara derdini dökerken ben, kahramanı duvar olan bir öykü kurmuşum meğer. Bilgin Hoca’nın yüreklendirmesiyle yazmaya devam ettim.
Fulya: Yaşadığınız mekânın öykülerinize etkisi konusunda neler söylersiniz? Ankara, İstanbul gibi büyük metropollerde yaşamamak, sizin için bir avantaj mı yoksa dezavantaj mı?
Hakkı İnanç: Çocukluğumun ilk dokuz yılı Ankara’da geçti. Giresun’da büyüdüm. Üniversiteyi İstanbul’da okudum. İki senedir Bodrum’da yaşıyorum. Yani metropole de, kasabaya da uzak değilim. Bu, yazarken bir kazanım elbette. Ama hiçbir kenti avucumun içi gibi bilmem. Öykü kişilerim de bilmezler. İlk kitabımdaki birkaç istisna haricinde belli bir yere ait değildirler. Belki benim öykümün zaafı da budur, bilemiyorum. İnsanları yaşadıkları yer üzerinden okumak, yazarken sıklıkla tercih ettiğim bir yöntem değil. “Oranın insanı” diye başlayan genellemelerden uzak durmaya çalışıyorum. İnsanın biricikliğine inanıyorum. Yaşadığım mekânlardan öykülerime bir şeyler tabii ki sızıyor. Ama belirleyici olmuyorlar. İstanbul’da yazmakla Giresun ya da Bodrum’da yazmak arasında yazma eylemini etkileyecek bir fark olduğunu düşünmüyorum. Metropollerde yaşamamak edebiyat çevrelerine biraz uzak kalmak demek. Bu mesafe ilk dosyamı yayımlatma sürecinde benim için bir dezavantajdı. Bugün bir etkisi yok.
Ayla Şenel: Kitaplarınız ve yayınlanan öyküleriniz hakkında yazılıp söylenenler size bundan sonraki yazma yolculuğunuz açısından yardımcı oldu mu? Hangi hususlarda?
Hakkı İnanç: Her eleştiriyi nereden, kimden gelirse gelsin çok önemsiyorum. Yazarken sözünden çıkmadığım bir iç sesim var. Pek çok enstrümanın birleşimiyle oluşmuş bir ses. Eleştiriler de onun bir parçası. Ama neresinde, ne kadarı, ayırt edemiyorum.
Fulya: 14 ödülünüz var. Ödül aldıkça mı edebiyata daha çok sarıldınız yoksa her durumda yazmaya devam eder miydiniz?
Hakkı İnanç: Bu sayıyı verdiğim için çok pişmanım. Bir kere boş bulunup söyledim ama her yerde karşıma çıkıyor. Oturup plaket sayıyormuşum gibi bir algı oluştu. Öyle değil. Yazdıklarımı ustalara okutabilmenin yoluydu yarışmalar. Para ödülleri de yalnızca yazmak için eve kapanmış, çalışmayan biri için önemliydi. Öykülerimin dikkate değer bulunmadığı yarışma sayısı 14’ün çok üzerindedir. İnsan başarısız oldukça kendini sorguluyor. Ve başarı belki böyle böyle geliyor. İlk kitabım bir ödül sayesinde yayımlandı. Ama ben yazmaya ortada bir ödül yokken, hayatta hiçbir şeye sarılmadığım gibi sarılmıştım. Ödüller olmasa da devam ederdim.
Fulya: Siz de yazım sürecinizde, yazdıklarınızın görünür olması, çok sayıda okura ulaşması konusunda pek çok zorlukla karşılaştınız sanırım. Yazarların yazdıklarının görünür olması yazmaktan daha mı zor?
Hakkı İnanç: Yazmak ne kadar keyifliyse, ürünleri yayımlatmaya çalışmak o kadar meşakkatli. Kimsenin tanımadığı bir yazar adayının bilhassa büyük yayınevlerinden yanıt alabilmesi zor. Görmezden gelinmek şevk kırıcı. Beğenilmediğinizde baştan başlama şansınız var. Oysa adım dahi atamamak… Kim bilir kaç kıymetli kalemi böyle kaybettik. Görünürlük, çoğu kez salt niteliklilikle gelmiyor ne yazık ki. Selçuk Baran Öykü Ödülü’nü kazanmadan önce Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri ve Orhan Kemal Öykü Ödülü’nde dosyalarımla derece almıştım. Ancak yayınevlerinin ilgisini çekmeyi yine de başaramadım. Selçuk Baran Öykü Ödülü’nü kazanan dosyanın Kırmızı Kedi Yayınları’nca yayımlanacağı duyurulmuştu. Şartnamede böyle bir madde yer almasa ödülü kazandığım hâlde hâlâ kitabımı yayımlatamamış olabilirdim.
Ayla: Bir söyleşide başlangıçta öykülerinizi dergilere göndermek gerektiğini bile bilmediğinizi söylemişsiniz. Bir öykü yazarının tanınır olmasının ve dosyalarının yayınevlerince daha kolay kabul edilmesinde edebiyat dergileri gerçekten etkili mi?
Hakkı İnanç: Etkili olduğu kanısındayım. Yayınevlerine yolladığınız özgeçmişte yazanlar, kitap dosyanızın ilk sayfası kadar değerli. Kim olduğunuzu, edebiyatla alakanızı söylüyor. Önemli dergilerde ürün yayımlatmanız en azından oralardaki editörlerin beğenisinden geçtiğinizi ve okurca az çok bilindiğinizi gösterir. Bugün öykü dünyası 5-6 yıl öncesine göre çok daha hareketli. Öyküye ağırlık veren yayınevleri var. Yöneticileri öykü dergilerini takip edip beğendikleri öykücülere teklif götürebiliyorlar.
Fulya: 30 yaşında olmanıza rağmen, yazdıklarınızla, aldığınız ödüllerle edebiyat dünyasında dikkat çekici bir yere geldiniz. Yazarlığa devam edeceğiniz varsayımıyla, İleride edebiyat dünyasında neler yapmak niyetindesiniz?
Hakkı İnanç: Dikkat çekici bir yere geldiğimi söylememiz için gerçekten erken. Birkaç öykü tutkununun ilgisini çekmiş olabilirim belki. Önümde upuzun bir yol var. Öncelikle iyi bir okur olmayı hedefliyorum. Edebiyat okurluğum neredeyse yazarlığım kadar yeni. Bu açığımı kapatmaya çalışıyorum. Yazmaya elbette devam edeceğim. Zamana direnen öyküler yazmak, ileride iyi ve verimli bir yazar olarak anılmak istiyorum.
Fulya: Vicdan ve adalet kavramı, yazarlığınızın neresinde duruyor? Yazarken, çıkış noktalarınız en fazla neler oluyor?
Hakkı İnanç: Öncelikle vicdanımla yazıyorum. Başat çıkış noktam da haliyle adaletsizlik. Ama yazarken haksızlıkları gidermek değil, hissettirmek amacındayım. Örneğin karakterlerimi sırf kötü yönleri ağır basıyor diye cezalandırmıyorum. Dünya sadece iyilerin ya da kötülerin kazandığı bir yer değil. Öykümü bu anlayışla kuruyorum. Karakterlere olabildiğince eşit mesafede durmak, onları yargılamaktan kaçınmak en doğrusu.
Ayla: Yazarla okuyucu kitlesi arasında bir mesafe olmalı mı? Ne kadar?
Hakkı İnanç: Kesinlikle bir mesafe olmalı. Okur geri dönüşleri elbette çok değerli. Ancak onların istekleri kalemimizi yönlendirmemeli. Okurun metni beğenmeme, eleştirme hakkı her zaman saklı. Ama “Niye şimdi böyle yazdın, şu kitabın ne güzeldi hâlbuki, derhal eskiye dön!” demek, sınırı aşmaktır. Pizza değil bu. Edebi eser. Okur, yazarın peşinden koşabilir. Fakat yazar, okuru kovaladığında edebi nitelik düşüyor. Örneklerini görüyoruz.
Fulya: Öykü kahramanlarınızın, daha çok “hayata sıkışmış kederli kadınlar” olduğunu söylüyorsunuz. Erkekler değil de, neden kadınlar?
Hakkı İnanç: Çocukken babamdan şiddet gördüğümden belki, erkekler beni hep korkutmuştur. Hayatımın büyük bölümü kadınların arasında geçti. Yakın arkadaşlarımın çoğu kadındır. Kadın dünyası bana daha güvenli geliyor. Orada gönlümce hareket edebiliyorum. Erkeklerin yanındaysa genellikle şaşkınım. Erkekliği anlamaya en yaklaştığım anda bile bir eksiklik duygusu oluyor içimde. Erken kaybettiğim anneme duyduğum özlem de beni kadınları anlatmaya itiyor olabilir. Baktığımızda öykülerimde anneler, büyükanneler önemli yer tutuyorlar. Sorunun kısa cevabı şu sanırım: biraz korku, biraz özlem.
Fulya: Mutsuzluk, kötülük sanki fazlaca mı yer tutuyor öykülerinizde? Doğrularsanız; sizce bu durum edebiyatın mı yoksa insanın mı özünden kaynaklanıyor?
Hakkı İnanç: Edebiyat insanı ele alır. Bitkilerden, hayvanlardan bahsederken bile insandan başlar ya da insana varır. İnsan ömrü boyunca hep mutluluğun peşindedir. Tilki tavşanı kovalar. Onu yakalar. Hemen yer. Sonra yine acıkır. Mutluluk tilkinin tokluğu kadar kısa sürer. Ve o kısacık tokluk uğruna ne tavşanlar gider. Öykülerimde ütopyalar yok. Dolayısıyla evet, mutsuzluk, kötülük çok.
Fulya: “Öykü, öç almak için, safını belli etmek için ya da birilerine yardım etmek için yazılmamalı” diyorsunuz. Bunu, öykü seçkileri, sipariş öyküler ya da yardım kampanyalarına yönelik öykü yazımları için mi söylüyorsunuz?
Hakkı İnanç: Evet. Bunu dışarıdan söylemiyorum. Böyle öyküler yazmış biri olarak, pişmanlıkla konuşuyorum. Dünyaca ya da milletçe bir trajedi yaşadık diyelim. Yaralandık. Yaramız henüz kanarken dokunduğumuz kâğıtta acının, öfkenin kırmızısından başka bir şey yazmaz. Öykü doğası gereği beklemek ister. Onu aklınızda ya da defterinizde saklarsınız. Sonra çıkarıp baktığınızda bambaşka şeyler görürsünüz. Alelacele yazılmış metinler bu bakış açısından yoksun oluyor. Depremi ele alalım. Bir depremzede, yıkımdan iki ay sonra yayımlanan öykünüzü okuyup da “Aman da benim acılarımı ne güzel yansıtmış,” diye sevinmez. Gider elini tutarsanız gülümser ama. Yıllar sonra depremi anlatmak istediğinizde, öykünüzde o gülümseyiş de yerini alacaktır.
Ayla: Edebiyatın çok da okumayan ve popüler kültürün etkisi altındaki genç kesime daha kolay ulaşmasının bir yolu olarak öykü, roman ya da şiirin, popüler kültür ögelerini, araçlarını ya da jargonunu kullanması konusunda görüşünüz nedir?
Hakkı İnanç: Yazarın iyi yazmaktan başka bir gayesi olmamalı. Başka kaygılarla kaleme alınmış metinleri edebiyata dâhil edemiyorum. “Dizüstü Edebiyat” başlığıyla yayımlanan kitaplar sadece popüler kültüre hizmet ediyor. Bunları seven genç nesil, “Tamam, şimdi biraz da Yaşar Kemal okuyayım,” demeyecektir. Popüler kültür ögeleri edebiyat içinde yeri gelirse, metin öyle gerektiriyorsa kullanılabilir. Ama eserin estetiğine halel getirmeden, niteliğini aşağı çekmeden. Edebiyat, okuru yukarı taşır. Bunu amaçlamaksızın, doğası gereği yapar. Popüler kültürün kuşattığı gençleri, edebiyatı ayaklarının altına sererek yükseltemeyiz. Bu yalnızca edebiyatı öldürür. Çok sevdiğim Detachment filmindeki öğretmen öğrencilerine şöyle der: “…hayal gücümüzü canlandıracak, vicdanımızı ve inanç sistemimizi geliştirecek tarzda okumayı öğrenmeliyiz.” Okuyan, düşünen, tartışan bir nesil isteyenler kitapları hayatlarının bir parçası yapmalı. İyi kitaba özel bir zaman ayrılmalı. Çocuklar ebeveynlerinin son model telefonlarına değil, kitaplarına özenmeli. Aslında teknolojinin de kitaplardan çıktığını öğrenmeli. Söylediklerimi yapmak hiç zor değil. Ama bizimki gibi akıldan hızla uzaklaşan, uyuşmuş ülkelerde çok zor.
Fulya: Klasik bir soru; klasik yolu mu takip edeceksiniz? Yani önce öykü sonra belki novella ve nihayet roman mı?
Hakkı İnanç: Öyküde ustalaşmak, öykücü olarak anılmak istiyorum. Kafamda yıllardır dönüp duran bir novella var. Bir gün onu yazacağımı sanıyorum. Ama romana bulaşmam gibi geliyor.
Fulya: Çok zaman gerektiren, yalnızlaştıran, sosyal hayattan uzaklaştıran yazma eylemi, ne yazık ki yazarları geçindiremiyor? Siz de bunun mağdurlarındansınız sanırım. Yazmak istiyorsunuz, ama -neredeyse öykülerinizde bile- size, işe girmeniz gerektiği söyleniyor. Bu çıkmazı nasıl aşıyorsunuz?
Hakkı İnanç: “Mağdurum” diyemem. Bilakis, ben öykülere çok şey borçluyum. Yazmak, benim adam. O olmasa çoktan boğulup gitmiştim. Bu gerçeği çevremdekiler de artık idrak ettiler. Turgutreis’te her yaz açtığım bir standım var. Kendi yaptığım takıları satıyorum. Kazancım, küçük hayatıma yetiyor. Kışın evimde oturup, okuyorum, yazıyorum. Çok sosyal bir insan değilim zaten.
Fulya: Güzel öyküler aradığınızı söylüyorsunuz. Güzel öyküden kastettiğiniz şey nedir?
Hakkı İnanç: Yazarın kendi üslubunu yaratması beklenir. Bu yazarlıkta bir aşamadır. Öyle söylenir. Ben bunun karşısındayım biraz. Aynı üslupla benzer konuları anlatıp duran çok fazla yazar var. Metinlerine bakarak onları tanıyabilirsiniz. Bense metnimi okuyanı şaşırtmak istiyorum. Bir imzanın peşinde değilim. Yemeğim damakları şenlendirsin. Her şeyi tastamam olsun. İyi öyküden kastım bu. Her yazarın takıntılı olduğu belli meseleler vardır. Bu kabulüm. Ama patlıcanla hep kebap yapmak zorunda değiliz.
Ayla : Gerçeğe, yaşanmışlıklara dayanan öyküleri mi kurgu öyküleri mi daha kolay yazıyorsunuz?
Hakkı İnanç: Yaşanmışlıklara dayanan öyküleri bir kurgudan azade yazmıyorum. Bunun yanında hiçbir öyküm için “Bu tamamen kurgudur,” da diyemem. En fantastik öyküm bile tecrübelerimden bir parça taşıyor. Birinde hazır hamura şekil veriyorsun. Diğerinde hamuru da kendin yapıyorsun. Elbette hazır hamur daha zahmetsiz. Tabii anı ve öykü ayrımını bilerek yol almak gerek. Son yıllarda pek çok anı kitabı öykü adı altında yayımlandı.
Fulya: Genç bir yazar olmanıza rağmen, öykü konularınız ve öykü içerikleriniz pek çok yaşanmışlık izlenimi bırakıyor. Sizden çok yaşlı biri olarak, beni şaşırttığınızı söylemeliyim. Bunu, iyi bir gözlemci olmanıza mı, belleğinize mi yoksa hayal gücünüze mi bağlamamız lazım?
Hakkı İnanç: Çocukluğumdan bu yana etrafımda genellikle benden yaşça büyük insanlar vardı. Yaşıtlarımla pek arkadaşlık etmedim, edemedim. Kendi çocukluğumu, ergenliğimi, gençliğimi yaşarken birilerinin orta yaşlılığını, yaşlılığını da yaşadım. Birileriyle öldüm. Doğdum. Yaşımla ölçülemeyecek tanıklıklarım var. Sizi şaşırtan bu olsa gerek.
Fulya: Öykülerinizin konusuna, kurguya, yazım biçimine karar vermeniz tamamen doğal bir şekilde mi gerçekleşiyor, yoksa bunlar için de ayrıca, özel bir çalışma mı yürütüyorsunuz? Sorunun kısaltılmışı şöyle; öykülerinizi nasıl yazıyorsunuz?
Hakkı İnanç: Aklımda bir fikir belirince onu hemen defterime not ediyorum. Sonra üzerine düşünmeye başlıyorum. Bu bazen birkaç gün, bazen birkaç ay sürüyor. Ama saatler içinde kendini yazdıran öyküler de çıkabiliyor. (O zaman değmeyin keyfime.) Dili, kurguyu bir bütün olarak düşünmüşümdür her zaman. En önemlisi ve belki de en zoru doğru atmosferi yakalamak. Çünkü öykünün harcı atmosferdir. Öyküyü yazdıktan sonra belli aralıklarla dinlendirip tekrar okurum. Metni bitirdiğinde ona bir hayranlık duyuyor insan. Bu duygunun aldatıcılığından kurtulmanın yoluysa beklemek.
Ayla: Öykülerinizde, insanı üzerinde düşünmeye zorlayan anlamlı cümleler oldukça çok. Bozuk’taki “Annem Gelecek” isimi öyküde; “Anlar hayal edildikleri şekliyle dönüşmüyordu anılara. Belleğe kazınması için bir anın, kapıdaki şu adam gibi gerçek ve bir o kadar ötesinde olmalıydı hayallerin,” diyorsunuz. Bu iki cümle üzerinde de düşündüm ama sanırım içinden çıkamadım. Burada, ne demek istiyorsunuz?
Hakkı İnanç: Teşekkürler. Bana kalırsa bazı cümleler yalnızca metin içinde anlamlıdır. Bir kolu bedenden kopardığınızda o sadece ölü bir organdır. Sorunuza cevaben yapabileceğim tek şey, öyküyü buraya kopyalamak. “Aslında şunu kastetmiştim,” diyerek yazdığını açıklamaya kalkmak bence yazarın uzak durması gereken bir tavır. Bahsettiğiniz öykü size bir şeyler fısıldadıysa bu iki cümle görevini yapmış demektir. Bazen sözlerini anlamadığımız şarkıları çok severiz ya. O sözler müzikle birleşip bize bir duygu iletmiştir aslında.
Fulya: “Bozuk” başlıklı kitabınızda, tek taraflı bir diyalogla kurguladığınız “Baban Gelecek” başlıklı öykünüz, öykü yazım tekniği açısından beni çokça etkiledi ve düşündürdü. “Nasıl yazmalı?” sorusunun sayısız cevabının olması konusunda… İyi bir yazar, sizce yazmanın sınırlarını zorlamalı mıdır?
Hakkı İnanç: Bir kalıba sıkışarak kalemimizi geliştiremeyiz. Yazar her zaman sınırları zorlamalıdır. Ama bunu yaparken yapaylığa düşmemeye de dikkat etmesi gerekir. Sınırları zorlarken aman ha atmosferi delmeyelim!
Ayla: Çarpıcı konular, çarpıcı kahramanlar, çarpıcı sonlar ve özellikle ikici kitabınızda daha çok dikkati çeken tempo… Anlatım şekliniz, kullandığınız sözcükler de bunlardan geri kalmıyor. Öyküyü etkileyici kılacak tüm bu araçları bir arada kullanmaya özellikle dikkat ettiğiniz izlenimi edindim. Öyle mi?
Hakkı İnanç: Okumaktan zevk aldığım tarzda öyküler yazıyorum. Yazar beni mümkün olduğunca metne bağlasın isterim. Üç sayfa boyunca karakterin iç sıkıntısını okuyunca dağılıyorum. Öykünün bir ritmi olmalı. Cortazar’ın da belirttiği gibi, öykünün maçı nakavtla alması lazım. Çarpıcı birtakım ögeler hem bu yüzden, hem de öykünün akılda kalıcılığı bakımından gerekli. Açıkçası çokça an odaklı, durum öyküleri yazamıyorum. Daha olay ağırlıklı bir yol izliyorum. Çarpıcı fikirler beni masaya daha hızlı oturtuyor. Kurduğum atmosfer de haliyle buna uygun oluyor.
Fulya: İkinci öykü kitabınız “Ateş Etme Silahsızım” da ilk kitabınıza kıyasla, okura daha çok iş çıkaran türden öyküleri öykücülüğünüzün doğal gelişimi olarak mı görmemiz lazım?
Hakkı İnanç: İki kitabın birbirinden ayrılması benim için mühimdi. Bir yandan da yeni bir yazar için büyük risk. Çünkü okur bir alışkanlık kazanmayı, bunu sürdürmeyi yeğliyor. Beğenilmiş öykülerimi daha ileri taşımam bekleniyordu. Ben başka bir nirengi noktası buldum. Bunu öykücülüğümü geliştirmek, yazarken aldığım hazzı arttırmak için tercih ettim. Kendi adıma yolculuğumdan memnunum. Ama hareketimin bir geri adım olarak okunmasına da saygı duyarım.
Ayla: Bir söyleşinizde okudum; en sevdiğiniz öykü, kitaba adını veren öykü değil, Ülfer Hanım imiş. Bu öyküyü ben dâhil pek çok kişi çok beğenmiş. Bunu baştan tahmin etseydiniz kitabın Adını Ülfer Hanım koyar mıydınız?
Hakkı İnanç: Aslında kitap dosyamın ismi “Ocakta Yemeğim Var” idi. Kitabın ilk öyküsündeki bir cümlede geçiyor, kaçışı simgeliyor. Öyküleri yazarken aklımdaki başlık hep buydu. Fakat yayıncım kitaba bir öykünün adını vermeyi teklif etti. Ben de onun tecrübelerine güvenerek değişikliği kabul ettim. “Bozuk” kitabın atmosferini iyi yansıttı. Ancak bir öyküye, onu kapağa taşıyarak başrol vermek, diğer öykülere haksızlıkmış gibi geliyor bana. Bu yüzden kitabın yayıncısı ben olsam yine “Ocakta Yemeğim Var” ismini kullanırdım. “Ülfer Hanım”ı ya da bir başka öykününkini değil.
Fulya: Öykülerinizde, görünenin arkasındaki görünmeyenleri, bilinmeyenleri aradığınız duygusuna kapıldım. “Baban Gelecek”teki “piç” diye seslenilen Derya’nın babasının gerçekten de bir gün eve gelmesi (Ben bunu hiç tahmin etmemiştim), “Büyüklerin İşi”nde, dışarıda mutlu görünen bir ailenin, evdeki baba baskısı ve şiddeti dolayısıyla yaşayabilecekleri, “Hayat Süpermarket”teki terk edilmiş erkeğin, marketteki çalışanlar tarafından kıskanılıyor olması, “Yargılar Önden” başlıklı öyküdeki, eli kelepçeli kadının (uydurulan ismiyle Şefika) üzerine yazılabilecek senaryolar, “Allık” başlıklı öyküdeki süslü ve vurdumduymaz görünen yaşlı kadının yalnızlığı, pişmanlıkları… Bu görünmeyenler ortaya çıktığında; hem yazarlar hem de okurlar rahatlıyor sanki. Siz ne dersiniz?
Hakkı İnanç: Yazmak biraz da görünenin ardındakini açığa çıkarmak değil midir? Bir adama bakarak onun çok iyi giyindiğini, varlıklı olduğunu söyleyebiliriz. Oysa aynı adamı bir kitap sayfasına yatırırsak kıyafetlerinin kiralık ya da çalıntı olduğunu öğreniriz. Hatta çoğu kez yazar bize bunu direkt söylemez, hissettirir. Böylelikle okur da keşfetmenin hazzına varır. Gördüğüne inanmamayı öğrenir. “Bu bir pipo değildir!”
Ayla: İlk öykü kitabınız gördüğüm kadarıyla pek yergi almadı, epeyce övgü ve bir de ödül aldı. İkinci kitabınıza gelen tepkiler de aynı mıydı?
Hakkı İnanç: İlk öykülerim güzel karşılandı. Yenileriyse okuru biraz şaşırttı. “Ateş Etme Silahsızım”ı “Bozuk”la kıyaslayıp hiç sevmeyenler oldu. Bazı okurlar, kaldığım yerden devam etmediğim için bana kızgınlar. Oysa beni “Ateş Etme Silahsızım” la tanıyan okur, halinden memnun görünüyor. Eleştirmenler cephesindeyse “Ateş Etme Silahsızım” da pek çok övgü aldı. Henüz bir yergi okumadım. (Keşke okusam; bizde beğenmemenin karşılığı çoğun sessizlik oluyor.) İkinci kitabımdaki tavrın ilkine kıyasla okura daha mesafeli geleceğini biliyordum. Her şey tahmin ettiğim gibi gidiyor aslında.
Fulya: Devlet, iktidar, toplumsal ahlak gibi kavramlarla ilgili bir sıkıntınızın olduğu kanısına vardım (kimin yok ki de diyebilirsiniz), bu sıkıntının temelindeki nedenler nelerdir?
Hakkı İnanç: Bu ülkede özgürce düşünmeye, sevmeye, sanat yapmaya kalktığınızda eliniz kolunuz ya devlete ya da toplumsal ahlak denen canavara çarpıyor. Bir şekilde açınızı daraltıyorlar. Bu yüzden hiçbir zaman koşamıyoruz. Hatta emeklemekle geçiyor ömrümüz. Yazar aydın olmalıdır. Gerektiğinde çomak sokmalıdır. Ben koşmak istiyorum. Başka türlüsünü düşünemiyorum.
Ayla: Bir söyleşinizde sizi etkileyen kitaplar arasında Cioran’ın, Çürümenin Kitabı’nı da saymışsınız. Gerçekten ilginç bir kitap, her okuyanda farklı iz bırakıyor. Ne gibi bir etkisi oldu sizde?
Hakkı İnanç: Cioran’la tanıştığımda askerdim. Bütün gün tüfekle dolaşıp geceleyin el feneri ışığında gizli gizli “Çürümenin Kitabı”nı okuyordum. Kitap hayatı tüm gerçekliğiyle yüzünüze çarpıyor. Oysa askerlik, insanın gerçeklikten en çok uzaklaştığı yer. Orada sizden beklenen düşünmemeniz, sorgulamamanız, direkt uygulamanızdır. “Çürümenin Kitabı” bir aptala dönüşmeme engel olmuş, aklımı diri tutmuştu.
Fulya: Sanat ve özgürlük desem, neler söylemek istersiniz?
Hakkı İnanç: Güvercinler durmaksızın uçamazlar. Oysa bir resimdeki, bir şarkıdaki, bir öyküdeki güvercin kanatlarını sonsuzca çırpabilir. Dünyada tam manasıyla özgür yaşayabileceğimiz bir yer olduğunu düşünmüyorum. Sanat, böylesi bir yerin kurtarılabilme umududur.
Fulya-Ayla: İçtenlikli cevaplarınız için teşekkürler.
Bir cevap yazın