Kedi, Masal ve Yalan (Feyziye ALPER)
Yaşamın bilenmiş bıçak keskinliği ile baş başa kalmaya alışmışken birdenbire evimize konuk geldi. Geliş o geliş… Bir spor çantasının içinde şehrin bir ucundan bir ucuna sürmüştü yolculuğu. Sinmiş, korkmuş, çıtı bile çıkmamıştı yollar boyunca. Bu çantada ne var, diye sormuştum kardeşime. “Katil” demişti. Miyavlayışını duymuştum. Bir masalın kahramanıydı o. Her miyavlayışı masal dünyası ile yaşamın gerçekleri arasında gidip gelmeme sebep oluyordu.
Bir varmış bir yokmuş, diye başlarken annem, bu sözlerin anlamını kavrayamazdım. Çocukça bir sabırsızlıkla masal hemen başlasın isterdim. Oysa yıllar sonra gerçekleştirmeye çalıştığımız masalları insanların nasıl da göz kırpmadan yok ettiklerine tanık olacaktım. Düşlerde her şey var ama; gerçeklerde hiçbir şey yoktu. Bir var bir yoktu…
amlarda yağmurlar… Gök gürültüleri, camlara keskin çizgiler bırakan şimşekler… Odanın karanlığını dağıtan anlık ışımalar… Hep sevdim bu anları; çocuklar korkarken… Sonraları ne zaman yağmur yağsa perdeleri açıp ışığı söndürür şimşeklerin, yağmur damlalarının camlardaki oyununu izlerdim kulağımda annemin sözleriyle.
“Bir varmış bir yokmuş… Padişahın güzel mi güzel üç kızı varmış. Saraylarında mutlu bir hayat sürerlermiş.
Gel zaman git zaman padişah ölmüş.
Kızlar vezirlerin acımasız oyunlarına yenilmişler. Perişan, parasız, kimsesi kalmışlar. Ellerindeki koca servetten kalakala birkaç değerli mücevher kalmış. Onları da kötü vezirlere kaptırma korkusu duyuyorlarmış. Kardeşlerden en küçüğü ablalarını karşısına almış. Hem güzel hem de akıllıymış. Demiş ki: “Bizim memleketimiz burası. Halkımız bizim düştüğümüz durumu görüyor ve mutsuz oluyor. Babamızın zamanında böyle değildik. Hem halkımız hem de biz mutluyduk. Burada kalmaya devam edersek halkımıza daha da acı vereceğiz. Onlar törelerine bağlıdırlar. Mutsuzluğumuz mutsuzlukları olacaktır. Onlar kendilerinden çok bizimle ilgilenirler. En iyisi memleketimizden, anılarımızdan ayrılalım, başka bir yerde yaşayalım.” Ablaları küçük kardeşlerine hak vermişler. Bir gece sadık birkaç adamın yardımıyla eşyalarını toplayıp yola koymuşlar.”
Biz de üç kız kardeştik. Padişah gibi gördüğümüz bir babamız vardı. İşleri yolundayken padişahların, kralların oğulları gibi görkemli. Beklenmeyen ve istenmeyen acılarla mücadele ettik. Yoksulluğu, hor görülmeyi yüklendik. Merhametin ve acımasızlığın aynı noktada nasıl buluştuğunu gördük. İkisi de aynı yaraları açtı çocuk yüreğimize. Karmaşık, yoksul, çözümsüz günler…
Masaldaki padişahın küçük kızı bendim: Akıllı, ama çirkin.
“Küçük kız eşyalarını koyduğu sepetini sıkı sıkı tutuyormuş. Derken bir miyavlama sesi tutmuş ortalığı. Ablaları kedisini götüremeyeceğini söylemişler. Biz yedik de o mu kaldı, demişler. Ama küçük kız, ben kedimi bırakmam, kendi hakkımdan yedirir içiririm, demiş. Az gitmiş uz gitmişler… Dere tepe düz gitmişler… Kendi memleketlerinden çok uzaklarda bir memlekete vasıl olmuşlar.”
Yokluğu gördüm. Benden de ailemden de kötü durumda olan insanlar olduğunun ayrımına çok erken yaşlarda vardım. Camlara yoksulluğun yağmurları yağarken padişahın küçük kızıydım. Benden yardım isteyen herkese elimi uzatmaya karar vermiştim; kimseden bir şey beklemeden… Pek güzel olmayan yüzüme acılar çizildi zamanla. Ne Şehrazat’ın gece siyahı saçları ne de Rapunzel’in ibrişim sarısı saçları…Yolu yarılamaya daha yıllar varken saçlarım yolun sonuna varmıştı.
Yokluğun büyük şehirde başka anlamlara geldiğini gördüm. Hep varsıl insanlarla birlikteyseniz ve ekmek paranızdan başka bir şeyiniz yoksa yoksuldunuz. Her gün yalnız ve yalnız ekmek parası bulduğunuz bir ortamda komşunuz bu parayı denkleştiremiyorsa bu da onun yoksulluğuydu. İç içe girmiş hesaplardı bunlar ama hep benden kötüleri düşündüm. Elimden geldiğince onlar için uğraştım, didindim. Kendi yoksulluğumuzun hesabını yapmadan koca şehirde yaşamaya alıştım. Hazır bir elbiseydi bu bana ve aileme giydirilmiş. Süslü, cicili bicili bir elbise olan zenginliği denememize bile izin verilmedi.
“Küçük kız ablalarını karşısına almış. Herkes neyi var neyi yok bana versin, demiş. Kızlar ellerindeki altınları, elmasları, yakutları kardeşlerine vermişler. Ne yapacak diye de merak etmişler. Küçük kız memleketin en ünlü kuyumcusuna gitmiş. Elinde ne var ne yok bozdurmuş. Oldukça iyi para etmiş baba yadigârları.
Kız sarayın karşısında, görkemli bir konak tutmuş. Ablalarını alıp şehrin en iyi çarşısına götürmüş. Öyle kıyafetler almış ki kızlar şaşkınlıktan –sevinçten belki de – neredeyse öleceklermiş. Konaklarına yedi atın çektiği bir yaylı ile dönmüşler. Konağa girdiklerinde açlıklarını gidermek için yolculuktan kalan kırıntıları atıştırmışlar. O sırada kedicik aç, perişan yemeklerine ortak çıkmış. iki abla da defol pis mahluk, biz yedik sen mi kaldın, diye kediye bağırmışlar. Kedisini küçük kız yanına almış. Zaten çok az alan yiyeceğini onunla bölüşmüş. Kedi memnun, huzurlu ve karnı tok, küçük kızın ayakları dibinde mırıl mırıl uykuya dalmış.”
Ezberlemiştim bu masalı. Küçük kızı ve kediyi. Büyüdükçe, masallardan sıyrıldığımı sandıkça bu masal kedisine bağlandım. Padişahın küçük kızını kıskandım. Kedicik hiç mi hiç gerçek hayatla bağdaşmıyordu. Gerçekle bağdaşmasa da ben ayaklarımın dibinde dolaşan, mırıldayan, sokulgan, sıcak bir kedicik istiyordum. Masalın sonundaki padişahın kızının kedisi gibi. Her ikisi masalın sonunda mutlu ve sorunsuz yaşama kavuşmuşlardı. Masalın yalanı buydu… İnsanın yalanı… Her şeyi en mutlu ve en mutsuz yerinde kesmek… Oysa masal devam ediyordu. Yıllar sonra bu masalın kedisiyle küçük kızın mutlu olmamasını istedim. Büyüdüm…
Nefreti, öfkeyi, sevgisizliği öğrendim.
Elimden alınan – düşler dışında hiç benim olmayan- kedim yüzünden isyan ettim.Çocukça bir düşle masalın kedisi yerine onu koydum. Zengin bir akraba çocuğu. Giymediklerimi giyen, görmediklerimi gören, bilmediklerimi bilen. Rahat, kibirli, bencil… Bizden esirgenen ne varsa ona kısmetti. Sevdim onu. Bir masalla başlattım aşkı… Uzun sürdü…
Defterlerin pırıl pırıl parlayan desenli kağıtlarla kaplandığını, avize denen ortalığı aydınlığa bulayan o mutantan nesneyi, bahçedeki havuzu, fıskiyedeki pinpon topunu, inci çiçeklerini ilk kez onlarda gördüm. Beni sevebilir miydi; çula çaputa sarılmış beni? Hayır!…
Büyüdük. Masallardaki adalet duygusunun gerçekte işlemediği bir dünyada büyüdük. Zorluklarla okudum, istediğim mesleği seçemedim. Dört duvar arasında çoğu zaman nefessiz kaldım. O kurslar, ekmek elden su gölden harcamalarla istediği yere getirildi. Önce de padişah oğluydu sonra da… Masallardaki sınıf atlamalarının insanların sosyal adalet kavramını gerçekleştirme arzuları olduğunu öğrendim. Keloğlan padişah olur, değirmencinin kızı şehzade hanımı. Bunu hep bildim. Bu bir arzuydu. Düşle gerçek arasında dinamit fitili bir köprü kurduk her zaman. Yalanı, hayali sevdik. Gerçekten ürktük. Sevmeyecekti beni biliyordum. Niçin vazgeçemiyordum, niçin? Ayda yılda bir karşılaşmalarda yaşadığım tedirginlik… Hatırladıklarım… Kalp çarpıntılarım… Değişen tavırlarım. Bundan rahatsız oluşu. Yüzüne karşı seni seviyorum, sen bir masalın kedisisin diye bağırmak isteyişim. İşleyen bir yara gibiydi bende kalan duygular.
“Yeni memleketlerinde herkes sabahın ilk saatlerinde konağa taşınan bu üç kız kardeşten, konaklarına gelen eşyalardan konuşmuşlar. Kapı her çalındığında konağa yeni bir eşya geliyormuş. Ablalar tedirgin, bunların parasını nasıl öderiz diye kara kara düşünüyorlarmış. Çünkü küçük kız alışveriş yaptığı her esnafa biraz peşinat verip geri kalanını eşim memleketinize gelince ödeyecek dedikçe, hiç birimiz evli değiliz, yalanımız ortaya çıkacak diye korkuyormuş ablaları.
Şehrin ekâbir takımı yeni gelen komşularına gelenek üzere yemek göndermeye başlamışlar. Kapı çalınmış akşama doğru. En büyükleri gidip açmış. Bir büyük tepsi. Üstünde kâseler, sahanlar, tencereler, badyeler, üsküreler… Uşak şehrimizin valisi ve hanımı yolladı deyip saygı ile eğilip gitmiş. Tepsiyi yukarı çıkarmışlar. Oturup bir güzel karınlarını doyurmuşlar. Pilav, zerde, kavurma, çerez neler neler. Karınlarını doyurduktan sonra tepsiyi bir kenara bırakıp uykuya dalmışlar. Sabah uyanınca ne görsünler, artan bütün yemekler paha biçilmeyecek kadar kıymetli mücevherlere dönüşmüş: Altın, yakut, lâl, elmas… Küçük kız, uşak tepsiyi almaya gelince sahanlardan birine altın bir zincir koymuş. Valimizin hanımı azımızı çoğa saysın, demiş. Ertesi gün bir başka uşak çalmış kapılarını. Yine bir koca tepsi ile yemekler ki ne yemekler… Kızlar yemeye başlamışlar. Küçük kız kediye de bir şeyler yediriyormuş. Büyükler onu sofradan uzaklaştırmışlar. Kötü, kaba davranmışlar. Buna çok içerleyen kız kediyi sonra doyurmaya karar vermiş. Ablaları uyuduktan sonra kediyi aramış ama bulamamış. Sabah olunca yine artan yemeklerin mücevherlere dönüştüğünü görmüşler. Altınları alıp alışverişe çıkmışlar. Yemek gönderene de hediyelerini bırakmayı unutmamışlar. Daha sonra da tepsi tepsi yemekler gelmiş ama artık hiçbir yemek altına, elmasa dönüşmüyormuş. Küçük kız da kedisini arıyormuş durmadan.”
Okuyordum… Hummalı bir şekilde okuyordum. Kese kağıtlarından, paketlere sarılmış gazetelerden geçen bir okuma serüvenini bilinçli bir hale getiriyordum. Tek zenginliğimin bu olacağına inanarak okuyordum. Onun zenginliğine karşı bilgim. Kaybeden bendim. Zenginlik bilgiyi getiriyordu ama bilgi zenginliği getirmiyordu insanoğluna. Eşitsizlik vardı ama kime neydi bundan…
Annem, koca kız oldun hala masal anlatmamı istiyorsun, büyü artık, diyordu. Yalvarıyordum, ne olur “Memleketler Mühendisini” anlat diye… Bu isteğime anlam verememekle birlikte başlıyordu masalımı anlatmaya. Dinledikçe ayaklarımın yere basması gerektiğini hissediyordum. Bütün gerçeklerin farkındaydım. Ama masalın içinde kaybolmaktan da vazgeçemiyordum. Hem hayali hem de gerçeği gerçekten yüreğime ve aklıma eşit paylaştırmayı başarmış mıydım? Bu karmaşayı yaşarken masalım kupkuru günlerime bir ırmak gibi sızıyordu.
“Küçük kız günlerce kedisini aramış. Ablaları sen deli misin, bir kedinin peşine bu kadar düşülmez, diyorlarmış. Ablalarına içerliyormuş. Ben kedimi, çok seviyorum, başına bir şey gelmesinden korkuyorum. Siz ne sevgi yoksulu kızlarsınız. Bir kediciği sevemediniz. Çocuklarınızı, kocalarınızı nasıl seveceksiniz. Ablalar bu sözlere gülmüşler, kocayı bulduk da çocuklar mı kaldı demişler.
Günler günleri kovalamış, aylar da ayları. Adet olduğu üzere yine yemekler geliyormuş şehrin ileri gelenlerinden. Ama hiçbir yemek altına, elmasa, yakuta dönmüyormuş. Ellerindeki mücevherler onlara da torunlarına da yetecek kadarmış. Padişahın küçük kızı bütün işleri düzenliyormuş. Konağa aşçılar, hizmetkarlar, uşaklar tutmuş. Konağı saraylardan bile görkemli hale getirmiş. Konağın sahibesinin hüneri, güzelliği dilden dile dolaşır olmuş. Herkes evin sahibesi olarak onu kabul ediyor; ablaları da buna ses çıkarmıyormuş. O artık dostluğun, aklın ve güzelliğin timsaliymiş. Misafirler onu hayranlıkla süzüyor, onun gülüşünü oturuşunu velhasılı kelam her hareketini anlata anlata bitiremiyorlarmış.’’
Beni de dostlarım, arkadaşlarım, komşularım çok ama çok seviyorlardı. Paylaşılamadığımı düşündüğüm anlar öyle çoktu ki. Peki neden yüreğimdeki o koca boşluğu duyumsuyordum. Ve Katil’i neden sevemiyordum. Şehrin bir ucundan bir ucuna spor çantasında yolculuk eden Katil’i… Bizim de bir kedimiz vardı artık. Herkes ondan konuşuyordu. Yediğinden, yıkanmasından, oyunlarından, ilk sahibinin onu istemeyişinden… Acıyordum ama sevemiyordum Katil’i. Oysa ne kadar iyi biriydim ben… Küçük bir kediciğe neden bu kadar öfke duyuyordum?… Her hareketine kızıyor, bağırıyor ara sıra da tekmeliyordum. Masal kedisine bu kadar bağlanıp etiyle kemiğiyle, ne kadar inkar etsem de bütün sevimliliğiyle evimizde yaşayan Katil’i yok saymak neyin nesiydi. Hem ben çocukları, hayvanları seven biri değil miydim?
Katil’in evde oluşu bana başlayamadan kaybettiğim mücadeleyi hatırlatıyordu her zaman. Onun gelişiyle masalları sevmiyordum artık. Yolu yarılamışken bir masal ışıltısı yakalayamamış olmak Katil’e duyduğum öfkenin asıl sebebiydi.
“Günlerden bir gün memleketin ileri gelenleri padişahın üç kızını ziyarete gitmişler. Meraklı mı meraklı bir vezir hanımı kızları sorguya çekmiş. İçinizden birinin evli olduğu söyleniyor, hanginiz, diye sormuş. Padişahın küçük kızı ablalarına sıkı sıkı tembihlemiş daha önce. Kim ne sorarsa sorsun soruları ben cevaplayacağım, demiş. Kediciğin sahibi ablalarına söz düşürmeden evli olan benim, demiş. Ablalarının bu yalanla yürekleri ağızlarına gelmiş. Vezirin hanımı aylardır memleketimizdesiniz ama biz eşinizi görmedik. Gören biri de olmamış. Bu nasıl evlilik, diye sorusunun devamını getirmiş. Padişahın küçük kızı, eşim“Memleketler Mühendisi”dir. Bu yüzden memleket memleket gezer. Sık görüşemeyiz. Epeydir uzak bir diyarda iş yapıyor buraya gelmesi yakındır. Geldiğinde görürsünüz, deyip meraklı vezir hanımını rahatlatmış.
Bu sorgu sual ardından tatlı bir sohbete dalmışlar. Muhabbetin en koyu zamanında, uşak saygılı bir şekilde odaya girmiş ve padişahın küçük kızına “efendim eşiniz geldi sizi aşağıda bekliyor” demiş. Ablalar renkten renge girmişler. Olmayan bir koca nereden çıkıp gelebilir, bu neyin nesi diye kaygıyla birbirlerine bakmışlar.
Küçük kız misafirlerden izin isteyip eşim uzun bir yoldan geldi, onu karşılamalıyım, deyip aşağı inmiş. Gelenin kim olduğunu da çok merak ediyormuş. Uşak, kıza eşinizi yeşil odaya aldım, deyip işinin başına dönmüş. Kız, yüreğine oturmuş korkuyla odaya girmiş. Onu, boylu poslu, yakışıklı mı yakışıklı, kendi yaşında genç bir adam bekliyormuş. Kız genç adama bakmış; genç adam da kıza… Uzun süre bakışmışlar…”
Kapıya bak diye bağırıyor biri. Misafir bekliyoruz. Yıllar öncesinin padişah oğlunu. Kapıyı açmak bana düşsün istemezdim ama açmak zorundayım. Bakıyorum. Geçmişten şimdiye bakıyorum. Padişahın oğlu sen de yaşlanmışsın diyorum. Alnı açılmış. Alkoliklere has göbek. Epeydir içkiyi bıraktığından haberim var. Onunla ilgili haberler her zaman kulağıma çalınıyor, beni ilgilendirmemesi gerekirken. Yanında yıllar önce bana gösterdiği resmin sahibi. Masalımın küçük kızı gibi güzel… İnce, uzun ve alımlı… Seneler önce nişanlısının resmini bana neden gösterdiğini şimdi daha iyi anlıyorum.
“Sen de kimsin?” aşağılamasıymış bu. Bu sevdadan vazgeç, böyle biri varken seni beğenmem demenin en kestirme yolunu bulmuş. Hoş geldiniz diyorum, sesim titriyor. Geçmişi yeniden yaşamak, geçmişle yüzleşmek ne zormuş. Yıllar önce bizi ziyaretlerinde davranışlarım nasıl değişiyorsa yine kendimi bulamadığım davranışlar içindeyim. Neredeyim? Yeniliyor içiliyor, şakalaşılıyor ama ben çok uzaklardayım. Yitip gittiğim bir dünyada yeniden duvarlara, taşlara çarpıyorum. Gerçeğe döndükçe neden yıllar sonra çıkıp geldi evimize, buna hakkı yok diyorum. Bu ziyaretin kısa sürmesini diledikçe gün uzuyor, sanki yüzyıllara vuruyor zaman. Çekip gidin evimizden, çekip gidin! Yıllar sonra yüreğimi kanatmaya kimsenin hakkı yok. Çekip gidin! Gidiyorlar… El ele tutuşup, söndürdüğümü sandığım yalnızlığımı tutuşturup gidiyorlar.
“Ben Memleketler Mühendisiyim, demiş yeşil odadaki genç adam. Kız şaşkınlıktan donup kalmış. Eşine hoş geldin demeyecek misin diye sormuş genç adam. Padişahın küçük kızı korkusunu ve şaşkınlığını yendikten sonra hoş geldiniz demiş. Genç adam, ben senin gerçekten eşin olmaya hazırım deyip, başından geçenleri anlatmış. Ablalarının istemediği, memleketlerini terk ederken yanına aldığı, yiyeceğini paylaştığı kedicikmiş genç adam. Padişah oğluymuş. Kötü bir büyücü onu kedi haline getirmiş. Onu yürekten seven biri olduğu takdirde eski haline dönebilirmiş. Beni sevdin, eski halime döndüm, küçük bir kediyken de sana âşıktım şimdi de, demiş. Rahat edesin diye yemekleri altına, elmasa, yakuta ben çevirttim. Büyüler bozuldu artık. Benim memleketime gidip evlenelim deyince kız bu teklifi kabul etmiş.
Ablalar bu işe akıl sır erdirememişler. Bir kedi kardeşimizin sevgisiyle nasıl insana döner diye kendilerine sormuşlar ama cevabı bir türlü bulamamışlar.
Memleketler Mühendisi kedicik ile padişahın küçük kızı kırk gün kırk gece süren bir düğünle evlenmişler. Çocukları olmuş. Mutlu mesut yaşamışlar. Onlar muratlarına ermiş. Gökten de üç elma düşmüş. Biri…”
Bir şeylerin düştüğü kesindi. Demir gibi, beton gibi sert bir şey. Gidiyorlardı. El ele tutuşmuş, içimde yaşama karşı duyduğum ama üstünü örttüğüm öfkeyi tutuşturarak gidiyorlardı. Gerçek bu kadar acımasızdı. Okları çektikçe kanıyordu yüreğim. Kendime acıyordum.
Ağlıyordum. Gözlerime söz geçiremiyordum. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Sular seller basıyordu her anıyı. Neden hiç şans tanınmamıştı bana, neden? Bir krizdi bu, kontrolümü kaybetmiştim.
Yanıma geldi, kedi adımlarıyla yavaş ve sessiz. Karşımda duruyor, neden böyle ağladığımı anlamaya çalışıyordu. Hiç alışık değildi bu manzaraya. Kucağıma aldım. Masal kedilerini kaçırmıştım elimden. Masallar uymazdı gerçeğe. Evli evine, köylü köyüne davasıydı bu. Kırgındım, mutsuzdum. Masal kedisi başkasını seçmişti.
Sahibi istemediği için şehrin bir ucundan bir ucuna eski bir spor çantası içinde taşınıp evimize gelen Katil’in yumuşacık tüylerine, uysallığına sarıldım sıkı sıkı. “Katil seni seviyorum, seni seviyorum!” diye ağlarken, zengin bir evin bahçesinin inci çiçeklerinden dökülen, kıymeti masal dünyalarına ait olan göz yaşlarım tüylerini ıslatıyordu.
Sevgili Feyziye
İçimi sıcacık kaplayan öykün için teşekkürler. Emeğine sağlık.
Hocam, sizin bu dergide yazı yazdığınızı biliyordum. Öykünüzde çok güzel.. Başarılarınızın devamını diliyorum…
Gerçekten en hassas telime dokundu öykünüz, özenle işlenmiş dokusuyla, masal tadından taviz vermeden hissettirdiğiniz gerçek dünyanın acımasızlığıyla.
Teşekkürler.