MAVİ SULARIN ŞARKISI – MURAT TAŞ (Sayı:56)

sahil

Bir yer arıyordum. Sait Faik’in Burgaz’ı, Balıkçı’nın Bodrum’u, Can Baba’nın Datça’sı gibi. Denizi olan. Hikâyelerimin canı, kanı, mekânı olacak ve ileride adımla anılacak bir yer. (Ukalaca mı?) Altınoluk, Burhaniye, Ayvalık… Dikili, dedik. Sevdik. Şirin. Huzur verici. Yeşili var. Havası temiz. Nicedir aklımda kıvranan hikâye mekânını beklermiş, Dikili’ye geldiğimiz ilk günlerde canlanıverdi.
Sefer Dayı. Bir balıkçı. Bir sandalı var elbet. Diyelim ki mavi boyalıdır bu sandal. Hadi diyelim deniz mavisi. Ama solmuştur rengi. Denizi gitmiş, mavisi kalmıştır. Atlar sandala, asılır küreklere Sefer Dayı. Bir forsanınki gibi yanıktır teni. Çelik gibi gerilmiştir kasları. Rüzgâr, apak sakallarında vücut bulur. Denizin sesini dinler. Ses demeyelim buna. Bu bir şarkıdır. Mavi suların şarkısıdır. Sefer Dayı da usul tutar. Deniz. Sandal. Ve bir balıkçı… Sabahtır. Deniz suspustur. Donmuş, kopkoyu mavilikte bir damladır deniz. Midilli yüzme mesafesindeymiş gibi yakın sanılır. Hava, öyle pussuzdur ki sahilinde ak boyalı villaları görülür Midilli’nin. Sabahın bu saatinde hiçbir deniz buradaki gibi berrak değildir. Metrelerce dipteki balıkların kuyruk vuruşları görülür de adamın aklına Beyoğlu’nda kalça sallayan kevaşeleri düşürür. Öyle temiz, öyle durudur su. Birkaç levrek, çupra yakaladı mı… Eh, bin bereket! Müşterisi hazırdır. Alır parayı. Akşamı bekler. Güneş, Ege’nin şarabi sularına devasa altın bir sikke gibi gömülürken, hele şarabi sular dalgalanıp sahilleri köpük köpük döverken, hele bir de efili bir yel esiyorken Sefer Dayı içmeyip de ne yapsın? İki şişe şarap. Edeplidir. Ortalığa dökülmez. Bir kuytuda çöker şarabi denizin kıyısına. Bir şişenin mantarını tükürür, köpüğe. Bir yudum çeker. Bir “ohhh!”der. Bir şarkı tutturur. Bir ayrılık şarkısı. Bir sevda şarkısı. Necedir? Kimse bilmez. Bilemez. Ege dile gelir: Seferce’dir, Seferce!
Kumsalda yürüyorum. Vakit, Sefer Dayı’nın Seferce şarkılar söylediği vakittir. Deniz, bir albatrosu yutmakta zorlanan yılan gibi içine almaya çalışıyordur güneşi. Belki bundandır akşamın arifesinde Ege’nin böyle çıldırması. Köpük köpük sahili dövmesi. İmbatın böyle öfkeyle esmesi. Sefer Dayı’yı arıyorum. Kimdir bu meçhul balıkçı? Hikâyesi nedir? Şimdilik tam bilmiyorum. Ama bu sahilde bir yerdedir muhakkak. Bir duldadadır. Dönüyorum. Duldalara bakmalıyım. Sefer Dayı’yı bulmalıyım. Oysa limana gidecektim. Suzan da beni bekliyordur evde. Dalmıştır Suzan. Oyalanacak bir şeyler bulmuştur.
Evimiz. Güzel evimiz. Merdivenleri geniş. Salonu, mutfağı… Her odanın balkonu deniz görüyor. Şirin bir de bahçesi var. Adam ağaçları severmiş. Bir mandalina, bir limon, bir yenidünya, bir papaz eriği, bir yediveren… Bahçe kapısından verandanın üstüne, oradan odamızın balkonuna aşkla dolanmış şeytan gülleri. Akşama arkadaşlar gelecek. Hayırlı olsuna. “Mangalda balık yapalım,” dedi Suzan. Ben balığın değil, balıkçının peşindeyim. Sefer Dayı’yı bulunca çupranın çiftliğini değil, hasını alırım. Yürüyorum. Minnacık bir kum tepesinin ardında balıkçıyı şarabını çekerken düşlüyorum. Oradadır, dudağından sızan şarap sakalını kızıla boyamıştır. Bakışları hüzünlüdür. Şarkı söylüyordur. Bir sevda, bir ayrılık şarkısıdır. Sefer Dayı, diyorum. Dönüp bakıyor. Bakıyorum. Yok.
Bir balıkçı teknesinin ardına düşmüş martılar gibi çocuklar da çığlık çığlığa dalgalarının peşine düşmüşler. Gençler, bu dalgalı suda en iyi ben yüzerim, yarışındalar. Birkaç yaşlı sıcacık kuma çökmüş, Ege’nin güneşi yutuşunu seyrediyor, belki kendi hayat muhasebelerini de yapıyorlardır. Balıkçı yok. Daha uzaklarda olabilir mi? Daha ıssız, daha sessiz bir yerde… Ama dönmem lazım. Yola kadar yürüyorum. Minibüs geliyor az sonra. Çarşıda iniyorum. Oradan kordon boyuna… Sevgi Yolu, diyorlar adına. Akşamları yürünesi güzel bir yol. Balıkçı dükkânları limanda yan yana sıralanmış. İsimlerini okuyorum; Balıkçı Deniz. Ege Balıkçısı. Balıkçı Salih… Ne yapayım, birinde “Balıkçı Sefer” yazmıyor ki!
Fakat ne gam! Varsın tabelalarda Sefer Dayı’nın adı olmasın. O ki muhayyilem var. Ona hikâye bulmak boynumun borcu. Bizim Sefer Dayı içinde kâr olan işlere meyletmez. Deniz, yiyecek bir lokma ekmeğini, içecek bir yudum şarabını vermiştir hep. Ne yapsın parayı? Hem mavi suların şarkısını dinlemek için para gerekmez ki. Deniz, sabahları anasından yeni düşmüş bir bebek gibi uyuyorken sandala atlayıp, kürek çekmek de parayla değildir. İmbat bedavadır. Köpük, dalga, güneş, yüzmek… Sıcacık kuma çöküp, bir kadının köpük gibi bembeyaz vücudunu seyretmek, seyredip mahrem hayaller kurmak da bedavadır. Tek, iki şişe şarap yirmi liraya, ekmek yetmiş beş kuruşadır. Ege sağ olsun.
Bir bir geçiyorum önlerinden balıkçıların. Kutu gibi küçücük dükkânlar. Vitrinlerinde buzlara yatırılmış balıklar; sardalyeler, kaya levrekleri, çupralar, istavritler, karagözler, kupesler, melinalar, mercanlar, tekirler… Balık dedin mi Sait Faik’i hatırına getirmeyen hikâyecinin hikâyesini okumamalı. Sait Faik: ada, deniz, balık. Fakat ille balık… Hikâyeleri balıklıdır büyük üstadın, belki bu yüzden mangala atılmış bir çupra gibi lezzetlidir. Sanırım deniz ve balık var oldukça Sait Faik de hep var olacaktır. Ama balıkçılar tanımaz ya üstadı, zoruma gider. Adapazarı’nda sormuştum balıkçının birine, Sait Faik’i tanır mısın? “Yooo,” diye uzatmıştı. Balıkçı mıdır?
Bizim Sefer Dayı bir Sait Faik hikâyesinin firarisi olabilir mi? Üstat şöyle bir bahsetmiştir kendisinden kim bilir? Belki, tayfa demiştir sadece. Adı yok. Bir hikâyesi yok. Hikâye içinde hikâyesiz olmak ıstırap verici olmalı. Muhakkak öyle olmalı. Yoksa Sefer Dayı niye kaçsın ki büyük üstadın hikâyesinden. Her neyse. Derdim, misafirlerim gelmeden Sefer Dayı’ya bir hikâye bulmak. Onlara, bu balıklar Sefer Dayı’nın, diyeceğim. Hiç böyle lezzetli balık yememiştik, kim bu Sefer Dayı, diyecekler. Sefer Dayı, diyeceğim. Kesecekler lafımı hemen. Hikâye anlatma, adam gibi anlat işin aslını, diyecekler. Fakat adam gibi anlatmak da hikâye anlatmak değil midir? Her anlatının kumaşında öyle ya da böyle bir hikâye yok mudur?
Mübadele zamanıdır. Ayrılık zamanıdır. Bir ömür yüreklerden silinmeyecek acılar zamanıdır. Ailesi söz dinletemez Asiye’ye. Sevda dil, din dinler mi? Nedelko’yla evlenir Asiye, mübadeleden kurtulur. Bir ömür yüreğinin yarısında ana, baba, kardeş özlemi taşıyacağından habersizdir. Uzun yıllar çocuğu olmaz Asiye’nin. Gebe kalınca, erkek olursa babamın, kız olursa anamın ismini koyalım, der. Nedelko bilir Asiye’nin yüreğindeki sızıyı. Olur, der. Oğulları olur. Nedelko, Sefer, der bebeye. Yüreğindeki yılların hasreti yaş olur, yürür gözlerine Asiye’nin. Babası sağ mıdır, ölü müdür? Sefer büyür. Nedelko biricik oğlu okusun ister. Fakat Sefer’in kanında deniz vardır, balık vardır, sandal vardır, ağ vardır. Kalem adamı olamaz o. Tanrı öyle yaratmıştır. Ekmeğini suya atmıştır. Sefer ekmeğini sudan çıkarır çıkarmasına da mesele ekmek meselesi değildir. Deniz adamının yüreğinin öteki yarısında sevda hep olmalıdır. Sefer’in Penelopi’si vardır. Diyelim ki Penelopi bir armatörün kızıdır. Babası ister mi Sefer gibi bir balıkçıyı. Saçları beresinden taşmış, sakalları uzamış; elleri balık kokan, yosun kokan, deniz, tuz kokan bir damat. Bir yolunu bulur, kızını Amerika’ya gönderir armatör. Sefer’i bir deniz anlar. Mavi sular… Yarasını dağlar. Avutur. Bir gün duyar ki Penelopi evlenmiş. Bir gün anlar ki sevdası ölmüş. Bir gün anlar ki Girit’te durmak haram olmuş. Anası da yeni ölmüştür zaten. Nedelko’suz on beş ay yaşayabilmiştir. Ne yapsın Sefer? Girit’te her şey ölü… Artık deniz bile avutamıyordur onu.
Dükkânların birine yaklaşıyorum. Buyur, diyor, kır saçlı. Gözlerime bakıyor. Alıcı mı, sorucu mu olduğumu kestirmeye çalışıyor. Buz kasalarında karagözler, kupesler, melinalar, mercanlar, tekirler… Yan yana, ölü ölü, kıçlı-başlı yatıyorlar.
“İzmarit, istavrit, sardalye…”
“Çupra yok mu?”
“Var abi.”
Tezgâhın altında başka bir kasa çıkartıyor.
“Çiftlik mi?”
“Bu mevsimde deniz çipurası olmaz abi.”
“Bulunmaz mı?”
“Bulunur. Ama pahalıdır.”
“Gerçekten deniz çuprası mıdır?”
“Şüphen olmasın abi. Bu mevsimde oltayla avlanır çipura. Bademli tarafından.”
“Ne kadar?”
“…”
Yedi iri çupra seçiyorum.
“Kaç yıldır balıkçısın?”
“On yılı geçti.”
“O zaman tanırsın?”
Bakıyor.
“Kimi?”
“Sait Faik’i”
“Sait Faik mi?”
Dudak büküyor.
“Bilmem, pek çıkaramadım. Balıkçı mı?”
“Balıkçının hası hem de.”
“İsmi yabancı gelmedi ama…”
“Sefer Dayı’yı tanır mısın peki?”
“Sefer?”
“Giritli Sefer Dayı canım. Bilir herkes hikâyesini. Sevdiği varmış hani. Penelopi. Babası zenginmiş. Balıkçıya kız mı verilir, demiş, göndermiş kızını Amerika’ya. Kız orada evlenmiş.”
“Allah Allah! Hiç duymadım böyle birini.”
“Sefer Dayı da terk etmiş vatanını, Ayvalık’a gelmiş. Ayvalık, dedesinin ikinci yurdu… Zamanında Girit’ten göçmüşler. Sefer Dayı; teyze, dayı çocuklarını bulmuş Ayvalık’ta. Bulmuş ya, anlaşamamışlar. Gel demişler Sefer Dayı’ya akrabaları, bırak şu balıkçılığı, sana bir zeytinlik alalım, evlenirsin de… İstememiş Sefer Dayı. Sevdiğim var, demiş. Rızkımı da deniz verir. İki şişe şarap, bir parça ekmek değil mi?”
Çupranın karnını deşiyor, pullarını sıyırıyor. Çıkaramadım abi, diyor, eskilerden olmalı, bir de Salih Usta’ya soralım. Bağırıyor.
“Ustaaa! Salih Ustaaa!”
Sağ elinin işaret parmağını kaldırıyor.
“Bir dakka gelsene usta.”
Salih Usta, Sefer Dayı’ya ne kadar benziyor. Niye şaşırdın, diyorum. Aynı denizin adamı değiller mi? Uzun boylu Salih Usta. Sakallı. Kalıplı. Geliyor.
“Abi birini soruyor da, ben tanıyamadım, Salih Usta tanır, dedim.”
Bana bakıyor Salih Usta. Bakışları, Sefer Dayı’nın bakışları. Ona Sefer Dayı’nın hikâyesini anlatıyorum. Hikâyeyi şöyle bitiriyorum:
“Akrabaları üzerine varınca tepesi atmış Sefer Dayı’nın. Ben ne hesap bilirim, ne kâr, demiş. Bir şafak vakti binmiş sandalına, günlerce kürek çeke çeke Dikili’ye gelmiş. Akşamları iki şişe şarap alıp bir kuytuda içer, bir de şarkı söylermiş. Kimse ne dediğini anlamazmış. Rumca, Türkçe değilmiş. Sormamışlar da. Sonra dilden dile bir söylenti dolaşmış: Mavi suların şarkısı. Hatta gazetelere bile çıkmış Sefer Dayı.
Salih Usta şapkasını çıkarıp tekrar başına koyuyor. Başını hafif sallıyor. Dudakları aralanıyor, konuşacak, vazgeçiyor. Bir boşluk bulup dükkânların arasından Ege’ye, Midilli’ye bakıyor. Başı yine sallanıyor. Gözlerini dikiyor gözlerime.
“Bademli tarafına giderdi hep. Çipura avlardı. Onun üzerine oltacı yoktu şu memlekette. Oltanın, misinanın, balığın, ağın, sandalın, denizin kitabını ezberlemişti. Boş çekmezdi hiç. Yem de kaptırmazdı. Bir gün gitti Bademli tarafına. Gidiş o gidiş. Üç gün suyun içinde… Sandalında şarap şişeleri bulmuşlar. Başı dönmüş, düşünce başını kayaya vurmuş, dediler. Allah günahlarını affetsin. Böyle ölüm herkese nasip olmaz. Balıkçı dediğin denizde ölmeli. Fakat adı Sefer değildi ki, Seyfi’ydi. Oltacı Seyfi. Şarapçı da derlerdi. Sen nereden tanıyorsun Seyfi’yi?”
Bir hikâyeci iyi bir yalancı değilse yazmasın. Bıraksın kalemini de bir olta alsın eline, balıkçılığı denesin bir de. Belki yıllar sonra doğacak bir öykücüye ilham kaynağı olur.
Öyle mutluyum ki…
Akşama lezzetli balıklarım var. Bir de hikâyem. Buyursun misafirler.

Sosyal medyada paylaşın!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir