Metinler ve Kusurlar (Hasan Ali TOPTAŞ)
Bir metnin içinde yürümeye başladığımda, çoğu zaman bir kusur bulmayı değil, bir kusurla karşılaşmayı arzu ederim. Kusur bulmak oldukça kolaydır da, benim arzuladığım türden bir kusurla karşılaşmak pek mümkün değildir tabii. Gene de, kırk yılda bir, bazı metinlerde gerçekleşir bu karşılaşma; birbirine ulana ulana akıp giden seslerin ve anlamların içinden bir kusur çıkar, kusursuzluk gibi gözüken o muhteşem duruşuyla karşıma dikiliverir. Yazarın dalgınlığından, cehaletinden, heyecanından ya da kelimelerle fazlaca haşır neşir olmasından kaynaklanan, kendi varlığından habersiz bir kusur değildir bu kusur; tam tersine, bizzat yazar tarafından düşünülmüş, düşünüldükten sonra özene bezene inşa edilmiş, inşa edildikten sonra da bir çeşit kusursuzluk süsü verilerek, biz okurken aniden karşılaşalım diye yolumuzun üstüne bırakılıp geçilmiştir.
Bu tür kusurlara rastlamak çok sevindirici bir şeydir benim için. Çünkü ben, bile isteye oluşturulan bu kusurların, metnin öteki alanlarına yayılan zekânın ve ustalığın parıltısını hoş bir şekilde gölgelediğini, gölgeleyince de onları daha görünür kıldığını düşünürüm. Hiç kuşkusuz, yazar dış etkenlere boyun eğip maharetini göstermek gibi yersiz bir hevese kapılmamışsa, bu tür kusurların başka işlevleri de vardır metnin içinde. Sözgelimi, bu kusurlar bazen metnin kalbine doğru akıp giden yolun sönmüş fenerlerine benzer benim gözümde ve gerçekten doğru noktaya doğru şekilde yerleştirilmişlerse, yolu sönmemiş fenerlerden daha iyi gösterirler. Bazen de, metnin içinde oluşan, adına metnin aklı diyebileceğimiz bir akıl vardır ya, işte o akıl rahatça nefes alıp verebilsin diye açılan bir çeşit havalandırma deliğine benzetirim ben bu kusurları. Kim bilir, bazen, her cümlede biraz daha kanıksanan mantıksal işleyişi kesintiye uğratarak, onu büsbütün güçlendirmek gibi işlevleri de vardır belki. Ya da, “Kusursuz marifetler kamu teşebbüsleri seviyesine düşer,” diyen Cioran’a kulak verilerek yapılmışlardır.
Hangi amaçla yapılırsa yapılsın, bilinçle inşa edilen bu tür kusurlarla süslü metinleri ben bir başka seviyorum. Bir de, Terzi Hüsam’ı hatırlıyorum onlarla karşılaşınca. Hüsam, bundan otuz yıl önce, bizim kasabanın en iyi terzisiydi. Elleriyle birlikte sürekli aklını da çalıştırırdı çünkü ve dükkânı kum gibi müşteri kaynardı. Siparişleri yetiştirebilmek için, gecenin geç saatlerine dek ha bire çalışırdı bu yüzden. Tela takar, teyel çeker, ütü basar, ya da kesim yapar dururdu. Biz yeniyetmeler de, dükkândaki tahta sandalyelerin üstüne sıralanıp kimi zaman horozlar ötünceye dek ona arkadaşlık ederdik. İşte bu Hüsam, güzel olmuş mu diye, bir gün bize dikip bitirdiği ceketlerden birini göstermişti. Biz de, “Her yanı güzel de, omzunda pot var abi,” diye uyarmıştık hemen. “Biliyorum,” demişti Hüsam, “ama, onu bilerek yaptım ben. Ceketin güzelliğini o pot gösteriyor size. Gözünüz için hazırlanmış bir fenerdir o pot. Yakıtı da, gözün zaafıdır.” Ardından da, biz çene çalarken o potu oluşturabilmek için kendisinin ne ince hesaplar yaptığını anlatmış ve şöyle demişti; “Hesaplanmış kusurda aklın izi, kusursuzluktakinden daha derindir.”
Dalgınlıktan, cehaletten, heyecandan ya da kelimelerin yarattığı körlükten kaynaklanan kusurlarla birlikte Hüsam’ın yaptığı türden bilinçli kusurları da bir yana bırakacak olursak, bence, çok yakından bakıldığında bütün metinler yanlış ve kusurludur aslında. Büyük bir hazla okuyup hayranlık duyduğumuz metinlerde, bu yanlışlığı ve kusuru gizleyen görünmez bir örtü vardır. Bu örtünün kalınlığı, gözün metne yakından bakmasını bir şekilde engeller, metinle göz arasına belli bir mesafe koyar. Bu örtü nasıl oluşur, hangi renk ipliklerle ne kadar sürede dokunur, ya da kalınlığı neye göre ayarlanır diye düşündüğümde, doğrusu, kesin bir şey söyleyemiyorum.
Herhalde bu işin yazardan yazara, zamandan zamana, metinden metne değişen birçok yolu vardır. Belki, nadiren, için için kaynayan metin tarafından, eski bir alışkanlığın ışığında oluşturulur bu örtü. Belki de, bizim bilmediğimiz büyük bir zahmetle, ince hesaplar sonucunda yazar tarafından oluşturulur.
Ne bileyim, merak duygusunu kamçılayan heyecan verici bir olaylar zinciri kurulur da, metin, olaylar zinciri gibi gözüken tatlı bir sisin gerisinde kalır sözgelimi ve ister istemez artık o sisin arkasından okunur. Ya da, dilin çeşitli özelliklerinden yararlanılarak cezbedici bir ritm tutturulur da, okurun dikkati bu ritme kayar sürekli ve göz, metnin doğasından kaynaklanan kusurların üzerinden daha hızlı geçer. Başka bir deyişle, ritmin rüzgârına kapıldığı için duraksamaya vakit bulamaz. Hatta, bir süre sonra körleşir. Başka şeylerin yanı sıra, gövdenin, okuma ânındaki hareketsizliğini de anlamlı kılan bir şeydir çünkü metnin içindeki bu rüzgâr; dolayısıyla göz ondan pek kopmak istemez, giderek daha sıkı bağlanır. Bağlanmak bir çeşit ölüm olduğuna göre, göz biraz ölür de diyebiliriz buna. Bu ‘biraz’ın dozu çok önemli olmalı yazar için. Maazallah, göz tutar büsbütün ölüverirse ortaya hiç de hoş olmayan feci sonuçlar çıkar herhalde.
En azından, yazar yazarsa, metninin bir çift ölü göz tarafından okunmasını istemez.?
Bir cevap yazın