Seminer (Özcan GÜLER)
O lüks otelin kapısından içeri girdikten sonra gözlerim tanıtım panosunu arıyor. Görünce, “Doğru yerdeyim” diye düşünüp, resepsiyona yöneliyorum. Her zamankinden daha farklı giyindiğim için belki, görevli şaşırmadan “Hoş geldiniz” diyor. Ona seminer için geldiğimi ve bir oda istediğimi iletiyorum. İsmimi soruyor. Ben de yirmi iki yıldır henüz içselleştiremediğim ismimi söylüyorum ona “Enver Kaleli”.
“Enver Bey sizi biraz bekleteceğim” diyor ve uzaklaşıyor. ‘Bir şey mi sezdi?’ diye düşünürken resepsiyon bankosuna genç bir kadının yaklaştığını fark ediyorum. Görevli önce kadına, biraz önce benim için de kullandığı “sizi biraz bekleteceğim” lafını yeniden söylüyor. Sonra bana dönüp “izninizle bilgilerinizi alacağım Enver Bey” diyerek yaşımı soruyor.
“Kırk iki” diyorum, geride bıraktığım yirmi iki boş yıla inat.
Yaşımı ve ismimi yeni kayıt ediyor olmalı ki, “Aaaa sizin isminizde başka biri daha kalıyor! Ne tesadüf!” sözleriyle beklediğim anı getiriyor.
Soğuk bir şekilde gülümsemeye çalışarak “Olabilir.” diyorum, “Zaten onun vereceği seminere katılmak için buradayım.1 Bu arada “belki de ismin gerçek sahibi de odur!” tümcesini içimden mi yoksa dışımdan mı söylediğimi anımsamıyorum.
Ama sözlerimden sonra genç kadın da dahil olmak üzere hepimiz birden girişteki seminer tanıtım panosuna baktığımızı iyi anımsıyorum. Genç kadının da olayla ilgilendiğini o an anlıyorum. Görevliye bıraksam daha çok gevezelik edecek, bu yüzden “yorgunum ve dinlenmek istiyorum” diye iletiyorum. Benden kimliğimi istiyor ve sonunda oda anahtarımı elime uzatıyor. Asansöre doğru giderken kısa bir süre kadının yüzüne bakıyorum.
***
“Enver Kaleli” odasına gitmeden önce bakışlarımız karşılaşıyor.
Kim, bir başkası için “belki de ismin gerçek sahibi odur” diyebilir ki diye düşünüyorum. Hangi durumda der bunu? Kıskandığı için mi söyler yoksa onun yerinde olmak istediği için mi? Hayır, tanımlayamadığım eski bir acının izini yüzünde taşıyan bu adamın başka bir gizi olmalı.
Aynı isimde iki insanın aynı seminere gelmesi; birisi vermek birisi dinlemek üzere… Bense, yarın ki seminer sonrası “Enver Kaleli” ile röportaj yapmak için buradayım. Seminer vereni ile elbette ama vermeyenine de sorularım var artık.
Bir sonraki günkü seminere kadar, sorularımı kuluçkaya yatırıp geveze görevlinin işlemlerimin bitirmesini bekliyorum.
***
Uykusuz bir gece geçiriyorum. Son yirmi iki yılın anıları uçuşuyor odamda. Hayır, benim geçmişimde bıraktığım bir sürü anı yok, benimkiler olsa olsa yaşamımın dönemeçlerine yerleşmiş parmakla sayılabilecek birkaç anı. O yüzden herkes gibi ölmeden önce uzun bir film şeridini izlememe gerek kalmayacak. Belki onlara anı değil soru demeli. Çözemediğim, kendime yönelik sorular… O gece onları bir kez daha pişirip, kendi kendime servis yapıyorum. Acaba onun nasıl soruları vardı, kendi kendine sorduğu?
Benimkilerin yanıtları yok, canım sıkılıyor. Onları içimdeki soru askısına yeniden özenle asıp, yatağın üzerinde duran kitaba elimi bile sürmeden, dışarı çıkıyorum. Holde genç kadını görüyorum. O da uyuyamayanlardan. Beni görmüyor, elindeki gazeteye dalmış.
Odaya yeniden döndüğümde, seminere katılacaklara verilen kitabı sonunda elime alıp, gözden geçiriyorum. İsmimin gerçek sahibinin kaleme aldığı bir kitap bu… Arka kapağında onunla ilgili bazı bilgiler de var ve belki bir 5 yıl önce çektirdiği bir fotoğraf. Gülümsemiş. Yaşamı bilen ve gelirseniz size de anlatırım diyen gözlerle bakıyor, arka kapağa sıkıştığı pencereden. Yaşamla ilgili ne biliyor ki, başkalarına anlatacak? Yarın herkese gülümseyen yüz ifadesinin arkasındaki boşluktan seslenip “yaşama olumlu bakın” diyecek, “çünkü yaşam ancak o zaman anlamlı olur”.
‘Anlamlı’ değil ama ‘katlanılabilir’ olması konusunda belki de haklı.
Haklı mı? Nasıl da yumuşuyorum hemen. Bana isminin yanı sıra bir yaşam boşluğu da bırakan adamı hiçbir konuda haklı bulmamalıyım oysa ki.
—
Ertesi sabah kendime arka sıralardan bir koltuk bulup yerleşiyorum. Genç kadın da aynı sıranın baş koltuğuna gelip yerleşiyor. Kalabalık artıyor. İçimdeki heyecanın zilini duyuyorlar mı acaba?
Bir süre sonra, yirmi iki yıl önce bir küçücük odada gördüğüm küçük insan alkışlarla giriyor kapıdan. Gene aynı koku! Kimileri ayağa kalkıyor. Onların arasından görebildiğim kadarıyla, yirmi iki yıl önceye göre çok değişmiş. ‘Ya ben’ diyorum ‘ben de çok değiştim mi?’ Beni tanımasını beklemiyorum. Onunla konuşacak mıyım? Askıdaki sorularımı indirebilecek miyim?
Konuşmaya başlıyor. Sesi irkiltiyor beni. Şu anki hali ne kadar yumuşakta olsa o seste beni geçmişe çağıran bir şeyler var. Geçmişe o küçük odaya yani eski deyimimizle hücreye.
Tam beş kişi o küçücük hücrede oturmuş odaya hakim olan dehşet kokusunu içimize çekiyoruz. Kokuyu içeri yayan ve tam karşımızda oturan örgüt üst görevlisi konuşuyor. Hiçbirini daha önce görmedim. Perdeler kapalı ve yüzler de zor seçiliyor. “Sizler” diyor, “Sizler, belki de şanslısınız.” “Bir örgüt” diyor “gizli kahramanlarının omuzları üzerinde yükselir”, “Sizler bizim örgütümüzün gizli kahraman adaylarısınız. Sizlerden birinin birazdan alacağı görev, bu örgütün içinde yaşayan binlerce kişiye nefes aldıracak, yeniden yapılanıp ileriye gitmemizi sağlayacaktır. Bizler de, siz gizli kahramanlarımızı hep kalbimizde saklayacağız”. Yüzlerce kişi bile olamayacağımızı çok iyi bildiği halde binlerce kişi diyerek yalan söyleyen adam, acaba kalbimizde saklayacağız demekle ne demek istiyor?
Sözlerine devam ediyor: “Birazdan bir kura çekeceğiz. Hepiniz de bu kutsal görev için seçilmiş en iyi adaylar olduğunuz için ve hepiniz de görevi yerine getirebilecek sağlam bir iradeye ve yüreğe sahip olduğunuz için, açıkçası biz sizin aranızdan seçemedik.” Tam bu sırada beş kişiden biri çok basit soruyor “Neden biz?”. Örgüt görevlisi sorunun, utanç verici olmasından dolayı belki, duymamazlıktan geliyor. “Zar atmıyoruz: çünkü tam beş kişisiniz”. Beş sağlam görev adamı! Diğer dördünün suratında benim içimdekine benzer bir korku var mı diye bakıyorum. Hayır göremiyorum, hepsinin başları önüne eğik. O sırada üst görevlinin yanındaki adam dikkatimi çekiyor. O da benim yaptığımı yapıp yüzümüze bakmaya çalışıyor. Göz göze geliyoruz. O zaman acı gerçeği anlıyorum: yerini alacağımız kişi o, girişte bize tanıştırmadıkları, yalnızca selamını duyduğumuz adam yani örgüt başkanı. Küçülmüş, sıkışmış, sanki bir hücre penceresinden dışarı bakıyor. Kaç saniyeye sığdırılmış bir anı bilmiyorum ama yaşamım boyunca unutmayacağım adamın gözlerini ilerde göreceğim kabuslara o an çakıyorum.
Sıra kurada. Bir bardağa konan, dikkatlice katlanmış beş ayrı kağıt, önüme sunulduğunda elimi bardağın içine sokup bir tanesini çekiyorum. Diğerlerinin çekmesine gerek bırakmayacak kağıdı yakaladığımı herkes yüzümden anlamış olmalı. Diğer dördünün yüzündeki, acı gülümsemeyi görüyorum. Sonra onlar gidiyor. Kalan iki kişiden bize tanıtılmayanı yani yerini alacağımı tahmin ettiğim kişi, yüzüme bir kez daha bakmadan kendisini kapıya zor atıyor. Zannedersem kusacak. Üst görevli bana talimatları aktarıyor. Sesi biraz önceki kahramanlık tınısını çoktan yitirmiş durumda. İlgili belgeleri bırakıyor masaya. Bana sarılıyor ve dışarı çıkıyor. O andan sonra seçtiğim boş kağıt ve ben, o küçücük odada yalnız başımıza kalıyoruz. Yazgım elimden düşüyor.
Tam iki gün bekliyorum. Bir gelenin olmasını, bunlar şakaydı diyen birisinin olmasını ya da vazgeçtik böyle bir şeye gerek yok diyen birinin olmasını… Bekliyorum. Kaçmayı düşünüyorum kimi ara. Yazgım hala yerde duruyor. Acaba kağıtların hepsi boş muydu? Diğer dördü birer oyuncu muydu? Kaçsam nereye saklanırım? Sorular, öldürebilir insanı. Askıya asmaya o zamanlar başlıyorum.
Bekliyorum. Kaçma aklıma geldiğinde, talimatları çalışıyorum. Yeni verilen ismime alışıyorum: “Enver Kaleli”, “Ali Çalış” tan çok farklı bir isim. Kimliğimde yer alan diğer bilgileri ezberliyorum.
Nihayet iki gün sonra bir akşam saati, hücrenin kapısı kırılarak açılıyor. Bir ordu kadar diye düşündüğüm polisler giriyor içeri ve beni iki günlük işkenceden kurtarıp başka işkencelere doğru götürüyorlar. Artık başka biriyim, başka bir ismim var. Sorgulamalarda örgüt kurucusu olduğumu söylüyorum, örgüt içindeki isim listelerini yok ettiğimizi söylüyorum, kimseye zarar vermediğimizi söylüyorum, pişman olduğumu ekliyorum; tıpkı talimatlardaki gibi.
Mahkemeye çıkış ilk zorlu aşamayı atlattığımı gösteriyor. Hakim, dört ya da beş celsenin sonunda iki dudağı arasına sıkıştırdığı onyedi yıl sözcüklerini sanki keyifle söylüyor. Geride bıraktığım bir yaşam süresine yakın bir süreyi…
Hücrede kaldığım onyedi yıl, iki günden sonra. Hangisi daha büyük süreydi diye düşünüyorum: Küçük hücredeki iki gün mü, büyük siyasi koğuşundaki onyedi yıl mı? Çıktıktan sonra iki yıl iş bulamıyorum. Sonunda eski bir akrabayı ikna edip yurtdışına çıkış izni alır almaz Almanya yolunu tutuyorum, bir temizlik işi beni bekliyor ve işte buradayım.
Onun adını – ya da kendi adımı- ilkönce reklam panolarında görüyorum. Oysa ki onun hep benim adımla gezindiğini düşünürdüm. Üzerine iğreti durduğu için bırakmış olmalı. Seminer verecekmiş. Başka bir eyalette olsa da onu görmeliyim.
Yanımdakilerin gülmeleriyle kendime geliyorum. Salondaki herkesi güldürmesini iyi beceriyor. Bu seminerlerden çok sık veriyor olmalı. Oysaki tam yirmi iki yıl önce o küçük hücre de yalnızca soğukluk saçıyordu.
Bense gülmüyorum. Hatta başından beri hiç bir şeyini anlamadığım bu seminere artık dayanamayacağım. Tıpkı yirmi iki yıl önce Enver Kaleli’nin kapıya kendini zor atışı gibi, birdenbire kalkıyor ve salondan çıkmaya çalışıyorum. Oturduğum sıradakiler ayağa kalkmak zorundalar. Söylenmeleri duyuyorum. Sıranın başındaki genç kadınla yeniden göz göze geliyoruz. Gülümsüyor. Anlamıyorum! Salonu terk edip toplanmak için hızla odama yöneliyorum.
***
Enver Kaleli çıkmadan önce bana bakıyor. Çok uzun süredir onu tanıyormuş gibi nedensiz bir şekilde gülümsüyorum. Karşılık vermiyor. Seminer boyunca bu sorularla dolu adamı izledim hep. Seminerle ilgilenmediğinin, geçmişte bir zamanda gezindiğinin farkındayım.
İki Enver Kaleli arasında anlayamadığım gizli bir geçit var. Ama bundan semineri verenin haberi yok anlaşılan. En azından şimdilik… Ölesiye merak ediyorum. Neredeyse dışarı çıkıp tanımadığım adamın ardından gideceğim ama içerde kalıyorum.
***
Odamı toparlayıp uzun bir sürede kendimle savaştıktan sonra çıkış işlemleri için hole iniyorum. Anlaşılan seminer bitmiş ve sonrası kokteyle devam ediyor. Uzaktan Enver Kaleli’yi seçiyorum; genç kadınla konuşuyor. Yeniden resepsiyona yöneliyorum.
***
Enver Kaleli’nin biriyle konuşurken diğerinin bize yaklaştığını, sonra vazgeçip resepsiyona yöneldiğini görüyorum. Bir şeyler yapmalıyım. Yanımdaki Enver Kaleli’ye sesleniyorum: “Sizle aynı ad ve soyadı taşıyan birinin bu otelde olduğunu söylesem inanır mısınız?”
Duraklıyor. Semineri veren şen şakrak adam sanki yok oldu. Yerinde ömrünün en zor bilmecesiyle karşı karşıya olan adamın maskesini taşıyan biri var. Diğeri resepsiyondaki işlerini bitirdi ve kapıya yöneldi.
***
Otelden çıkıyorum. Hiç alışık olmadığım kalabalıklara hazırım. O an karar veriyorum. Elimi cebime atıyorum. Yıllardır hücrede, karakolda, hapiste, işkencede yanımda saklamayı başardığım yazgımı çıkarıyorum. Çok buruşmuş bir halde. Onu yanı başımda duran çöp kutusuna hiç düşünmeden bırakıyorum. Sanki soru askım düşüyor içimden. Gökyüzünü gözlerimle taradıktan sonra yürümeye başlıyorum, yavaş yavaş kalabalıklara karışmaya…
Arkamda ne zaman duysam irkileceğim bir ses yükseliyor: “Ali Çalış” diye bağırıyor sesin sahibi. Geriye dönmüyorum ve yürümeye devam ediyorum. Yeniden aynı ismi duyuyorum. Duraklamıyorum bile. Reflekslerim de beni buna zorlamıyor zaten; algılarım çoktan seçiciliğini yitirmiş bu isme karşı. Aradan bir süre geçince aynı ses yeniden duyuluyor. Bu sefer başka bir isim: “Enver Kaleli”. Evet şimdi dönebilirim. Dönüyorum… ?
Bir cevap yazın