SÖYLEŞİ(*) -UMBERTO ECO (Sayı:67)

Lila Azam ZANGANEH: Nerede doğdunuz?

Umberto ECO: Alessandria’da doğdum, Borsalino şapkalarıyla meşhurdur.

ZANGANEH: Biraz ailenizden bahseder misiniz?

ECO: Babam muhasebeci, onun babası ise mürettipti. Babam on üç kardeşin en büyüğüydü. Ben ilk erkek çocuğum, oğlum da benim ilk çocuğum ve onun ilk çocuğu da erkek. Dolayısıyla belki tesadüfen birisi Eco ailesinin Bizans İmparatorluğunun devamı olduğunu ve torunumun da bir soylu olduğunu keşfeder. Gerçi şehirden üç mil uzakta oturuyordu ve ben onu pek sık ziyaret etmezdim ama ben 6 yaşındayken ölen büyükbabamın hayatımdaki etkisi büyüktür. En müthiş şey, emekli olduğunda, kitap depolamaya başlamasıydı. Evinin orasında burasında açılmamış kitap tomarları dururdu. Örneğin,  Gautier ve Dumas’nın, eski ve çok güzel resimlenmiş popüler 19. y.yıl romanları… Bunlar hayatımda gördüğüm ilk kitaplardı. 1998’de o öldüğünde, bu kitapların shiplerinin çoğu kitapları geri istemediler ve aile bunları büyük bir kutuya koydu. Tesadüfi olarak, bu kutu bizim evin mahzenine geldi. Beni kömür ya da bir şişe şarap getirmem için zaman zaman mahzene gönderirlerdi. Bir gün o kutuyu açtım ve bir kitap hazinesi buldum. Bundan sonra mahzene daha sık gitmeye başladım. Gördüm ki büyükbabam Giornale illustrato dei viaggi e delle avventure di terra e di mare (Resimli seyahat ve Macera Dergisi) isimli müthiş bir dergi de depolamıştı. Dergide ekzotik ülkelerde geçen vahşi hikâyeler vardı. Hikâyelerin dünyasına bu ilk hücumumdu. Ne yazık ki bu dergileri kaybettim. Ancak daha sonraları yavaş yavaş sahaflardan ve pazarlardan o derginin sayılarını yeniden toparladım.

ZANGANEH: İtalya’ da Faşizm güçlendiğinde çocuktunuz. O dönemi nasıl algılıyordunuz?

ECO: Tuhaf zamanlardı. Mussolini çok karizmatikti. Ve o dönem İtalya’daki tüm öğrenciler gibi ben de Faşist gençlik hareketi içinde yer aldım. Hepimiz tek tip üniforma giymek zorundaydık, cumartesileri toplantılara katılıyor ve bunu yapmaktan mutlu oluyorduk. Nasıl ki bir Amerikan çocuğu denizci kıyafeti giymeyi eğlenceli bulur onun gibi… Çocuklar olarak bize bu hareket yazın sıcağı ya da kışın karı gibi doğal geliyordu. Başka bir yaşam şekli olacağını tahayyül edemezdik. O dönemi herkesin kendi çocukluğunu hatırladığı gibi hoş bir şekilde hatırlıyorum. Hatta bombalamaları ve sığınakta geçirdiğimiz geceleri bile böyle hatırlıyorum. Ne zaman ki 1943’te her şey bitti ve Faşizm çöktü, demokratik gazete ve dergilerde farklı politik partilerin ve görüşlerin de olduğunu keşfettim. Eylül 1943’ten Nisan 1945’e kadar –ki bu dönem ulusumuzun tarihinde en travmatik dönemdir- bombalardan kurtulmak için annem, ben ve kız kardeşim, direnişin merkez üssü olan Monferrato bölgesinde bir köyde yaşadık.

ZANGANEH: Savaşın yazma kararınız üzerinde etkisi oldu mu?

ECO: Hayır, doğrudan bir etkisi olmadı. Yazmaya savaştan önce başladım. Bir ergen olarak komik şeyler ve Malezya ve Merkezi Afrika’yla ilgili fantezi romanları okuyordum. Mükkemmelci bir insanım ve yazdıklarımın basıldığını, görünmesini isterdim. Dolayısıyla kitaplarımı büyük harflerle yazdım, büyük başlık sayfalar hazırladım, özetler ve resimlerle süsledim. Bu iş o kadar yorucuydu ki hiç birisini bitiremedim. Yani o zamanlar tamamlanmamış büyük eserlerin büyük yazarıydım. Elbette, romanlar yazmaya başladığımda savaşla ilgili anılarımın önemli bir etkisi olmuştur. Her erkek gençlik anılarında takıntılıdır.

ZANGANEH: Romanlarınız ne dereceye kadar otobiyografik?

ECO: Bir açıdan, sanırım bütün romanlar öyledir. Tasarladığınız karaktere kişisel hatıralarınızı ödünç verirsiniz. Yarısını bir karaktere yarısını diğerine verirsiniz. Bu anlamda, otobiyografi yazmıyorum ancak romanlarım benim otobiyografimdir. Yani bir fark var…

ZANGANEH: Doğrudan Romanlarınıza transfer ettiğiniz çok görüntü var mı? Faucolut Sarkacı’nda mezarlıkta trompet çalan Belbo’nun böyle olduğunu düşünüyorun.

ECO: O sahne kesinlikle otobiyografik. Belbo ben değilim ancak, size daha evvel hiçbir yerde açıklamadığım bir gerçeği açıklayayım. Üç ay önce, iki bin Dolara yüksek kalite bir trompet aldım. Trompet çalabilmek için, dudaklarınızı uzun süre eğitmeniz gerekir. On iki on üç yaşlarındayken iyi bir trompetçiydim ancak zamanla bu yeteneğimi kaybettim. Şu aralar çok kötü çalıyorum. Her gün çalışıyorum. Sebebi ise, çocukluğuma geri dönmek istemem. Bana göre trompet gençliğimle özdeş. Bir keman beni etkilemez ancak bir trompet gördüğümde damarlarımda bir dünya aktığını hissederim.

ZANGANEH: “Gülün Adı”na ilişkin yazdığınız notta, “Ortaçağ’ı günlük yaşantımda her yerde görüyorum, Ortaçağ olduğu halde, öyle değilmiş gibi görünüyor,” diyorsunuz. Günlük yaşamınız ne açıdan ortaçağ gibi?

ECO: Tüm hayatım boyunca Ortaçağ’ın yansımalarını deneyimledim. Örneğin tezimi hazırlarken, iki kez birer aylığına Ulusal Kütüphane’de çalışma yapmak üzere Paris’e gittim. Bu iki ayı, Ortaçağ atmosferinde yaşamak istedim. Paris haritasını daraltır sadece belli caddeleri seçerseniz gerçekten de bunu başarabilirsiniz. Böylece bir Ortaçağ insanı gibi düşünmeye ve hissetmeye başlarsınız. Dünyadaki bütün yeşil bitki ve çiçeklerin ismini bilen bir eşim var ve Gülün Adı’nın öncesinde normal davranmadığım için sitem etti. Bir gün şehir dışında bir şenlik ateşi yakmıştık. Eşim, ağaçların arasında uçuşan kıvılcımları gösterdi bana. Tabiî ki bakmadım. Daha sonra, Gülün Adı’nda benzeri bir görüntüyü anlattığımda, son bölümü okurken, kıvılcımlara bakmışsın demek ki dedi. Ben de, hayır, dedim, ancak bir ortaçağ rahibinin kıvılcımlara nasıl bakacağını biliyorum.

ZANGANEH: “Faucault Sarkacı”nda, “Bir sembol ne kadar muğlaksa, o kadar önem ve güç kazanır,” diyorsunuz.

ECO: Bir sırın içi boşsa gücü artar. İnsanlar sık sık “Masonik Sır” derler. Yeryüzünde Masonik sır ne anlama gelir? Kimse cevap veremez. İçi boş kalınca her türlü kavramla doldurulmaya müsait olur ve güçlenir.

ZANGANEH: “Da Vinci Şifresi”ni Okudunuz mu?

ECO: Evet, o suçu işledim.

ZANGANEH: Roman, “Faucault Sarkacı”ndan türemiş küçük, tuhaf bir sürgün gibi.

ECO: Yazar Dan Brown, Faucalut Sarkacı’ndan bir karakter. Onu ben icat ettim. Benim karakterlerimin – Rosicruanlar’ın Masonlar’ın, Cizvitler’in entrika dünyası- çekiciliğini paylaşır. Tapınak şovalyelerinin rolü. Simya sırrı. Her şeyin birbirine bağlı olduğu prensibi. Dan Brawn’ın gerçekte var olduğundan kuşkuluyum..

ZANGANEH: Sizi tarihi romanlar yazmaya yönelten nedir?

ECO: Tarihi roman, gerçek tarihi daha kolay anlamamızı sağlayacak kurmacanın kurgusallaşmış bir versiyonu değil. Eserlerimde, tarihi romanı Bildungsroman ile birleştiriyorum. Bütün romanlarımda büyüyen, öğrenen ve acı deneyimler yaşayan genç bir karakter vardır.

ZANGANEH: Neden 48 yaşına gelene kadar hiç roman yazmadınız?

ECO: Bu herkesin düşündüğü gibi birdenbire ortaya çıkmış bir şey değil. Kuramlarımda hatta doktora tezimde bile roman yaratıyordum. Uzun zamandır, birçok felsefi kitabın da, tıpkı belli başlı keşiflerini aktaran bilim adamlarının yaptığı gibi, temelde araştırmalarının sonucunu aktardığını düşünüyordum. Sonra farklı bir tarzda da olsa benim de hikâye anlattığımı fark ettim.

ZANGANEH: Ancak, size roman yazmalıyım dedirten ne oldu?

ECO: 1978’de bir gün, bir kız arkadaşım, amatör yazarlarca yazılmış dedektif romanlarını incelemek istediğini söyledi. Ona, dedektif romanı yazamayacağımı ama eğer yazacak olursam bunun ortaçağ rahipleri hakkında 500 sayfalık bir kitap olacağını söyledim. O gün eve döndüm ve hayali ortaçağ rahiplerinin bir listesini yaptım. Aniden zihnimde zehirlenmiş bir rahibin görüntüsü canlandı. İşte oradan o rahibin görüntüsünden başladım. Dayanılmaz itici bir güç oluşturdu.

ZANGANEH: Birçok romanınız zekice kavramlara dayanıyor. Sizce, teorik çalışmayla roman yazma arasına bir köprü kurmak zorunlu mu? Bir defasında “Teorize edemediğimiz şeyleri hikâye ederiz,” demiştiniz.

ECO: O, Wittengenstein’in bir sözüne alaycı bir yaklaşımdı. Gerçek şu ki; işaretlerle ilgili birçok deneme yazdım ancak fikirlerimi en iyi şekilde bu denemelerde değil, “Foucault Sarkacı”nda ifade edebildiğimi düşünüyorum. Fikriniz orijinal olmayabilir -Aristo onları sizden önce düşünmüştür. Ancak bu fikirden bir roman yaratarak onu orijinal hale getirebilirsiniz. Erkekler kadınları sever. Bu orijinal bir fikir değil. Ancak bu konuda edebiyatın eliyle müthiş bir roman yazarsanız, kesinlikle orijinal hale gelir. Günün sonunda, bir hikâye daima daha doyurcudur, fikir bir olaya dönüşmüş, karakterce anlatılmış ve özenli bir dille parlatılmıştır. Doğal olarak, bir fikir, yaşayan bir organizmaya dönüştüğünde tamamen farklı bir şey olur ve muhtemelen daha açıklayıcı hale gelir.

Diğer taraftan, çelişki, bir romanın nüvesi olabilir. Yaşlı kadınları öldürmek enteresandır. Bu fikirle ahlak ödevinden F alabilirsiniz. Bir romanda ise bu, “Suç ve Ceza” da olduğu gibi bir başyapıta dönüşür. Karakter yaşlı kişileri öldürmenin iyi mi kötü mü olduğunu sorgular ve onun kararsızlığı -cümlemizdeki çelişki noktamız- şiirsel ve iddalı bir mesele haline gelir.

ZANGANEH: Romanlarınızı araştırmaya nasıl başlarsınız?

ECO: “Gülün Adı”nı yazmak sadece iki yılımı aldı çünkü zaten Ortaçağ’la ilgileniyordum ve elimde yüzlerce dosya vardı. “Foucault Sarkacı”nı, araştırma süreci de dâhil olmak üzere 7 yılda yazdım. Ondan beri de kimseye ne yaptığımı söylemiyorum. Bana, 10 yıldan beri kendi dünyamda yaşıyormuşum gibi geliyor. Caddede yürüdüm, bu ağaç ve bu otomobili gördüm ve kendime, “Evet, bu benim hikâyemle ilgili olabilir,” dedim. Hikâyem böyle günbegün büyüdü ve yaptığım her şey, hayatın her parçası, her diyalog bana bir fikir verdi. Sonra yazdığım şeyle ilgili Fransa ve Portekiz’de masonların yaşadığı yerleri gezdim. Yaptığım iş, bir savaşçının kişiliğine bürünüp sihirli bir krallığa girdiğim bir video oyunu haline geldi. Tek farkla ki bir video oyununda donarsınız, oysa yazarken kritik bir noktada lokomotiften atlar ve ertesi gün yeniden binersiniz.

ZANGANEH: Metodik olarak mı ilerliyorsunuz?

ECO: Fazla değil. Bir fikir, diğerini çağrıştırır. Rastgele okuduğum bir kitap, bir diğerini okuma isteği uyandırır. Tamamen gereksiz bir belge okurken, bir hikâyeyi ileri götürecek doğru yolu bulurum ya da büyük kutu koleksiyonunun içine başka bir küçük kutu eklerim.

ZANGANEH: Bir roman yazarken, önce bir dünya yaratmalısınız ve “kelimeler gelip yerini bulur” dediniz. Romanın tarzının, konusuna göre belirlendiğini mi söylemek istiyorsunuz?

ECO: Evet, asıl mesele bir dünya yaratmaktır -içindeki zehirlenmiş keşişleriyle bir 14. Yüzyıl manastırı, bir mezarlıkta trampet çalan bir genç adam, Bizans uykudayken yakalanan bir dolandırıcı. Araştırma bu kelimelerin etrafında dönecektir: Dönen merdivende kaç basamak var? Çamaşırhane listesinde kaç parça var? Bir ekipte kaç yoldaş var? Kelimeler bu kıstaslar etrafında dolanacaktır. Edebi deyişle; bizler stilin sadece sentaks ve sözlüğe uygun olması gerektiğini sanma hatasına düşüyoruz. Belirli blokları bir araya getirme ve bir durum yaratma şeklinde bir yazınsal stil de var. Geçmişe dönüşü ele alalım. Geçmişe dönüş, yapısal bir yazım stilidir ancak dille hiç ilgisi yoktur. Dolayısıyla stil, alelade yazmaktan öte bir şeydir. Bana göre, bir filmdeki montaj işleminin işlevine sahiptir.

ZANGANEH: Doğru sesi bulmak ne ölçüde zor bir şeydir?

ECO: Tek bir sayfayı, düzinelerce kez yeniden yazarım. Bazen yazdığımı sesli okurum. Yazımın çağrışımı konusunda çok hassasım.

ZANGANEH: Flaubert’in tek bir iyi cümle yaratmak bile acılı bir süreçtir demesine ne dersiniz?

ECO: Hayır, benim için acılı değil. Aynı cümleyi defalarca yazarım ancak şimdi bilgisayar sayesinde yöntemim değişti. “Gülün Adı”nı elde yazdım ve sekreterim daktiloya çekti. Bir cümleyi on kere yeniden yazarsanız bu işlem çok zorlaşıyor. Karbon kâğıdımız çoktu ama aynı zamada makas ve zamk da kullandık. Bilgisayarla bir sayfanın üzerinden 10 ya da 20 kere geçmek, yanlışları düzeltmek çok kolay. Yaradılış olarak yaptığımızdan pek hoşnut olmayız. Ancak artık düzeltmek kolay. Böylece, bir anlamda daha çok şey talep ettiğimiz söylenebilir.

ZANGANEH: Bildungsroman içeriği genellikle bir dereceye kadar duygusal, cinsel ve eğitimsel. Bütün romanlarınızın sadece ikisinde -“Gülün Adı” ve “Baudalino”- seksten bahsediyorsunuz. Bunun bir nedeni var mı? 

ECO: Sanırım seksi yazmaktansa yapmayı tercih ediyorum.

ZANGANEH: Gün içinde hangi saatte yazıyorsunuz?

ECO: Bir kuralı yok. Benim bir program yapmam imkânsız. Kimi zaman sabah 7’de yazmaya başlar gece saat 3’te bitiririm. Sadece sandöviç yemek için dururum. Kimi zaman da hiç yazmam.

ZANGANEH: Yazdığınızda kaç sayfa yazarsınız. Bunda da bir kuralınız yok mu?

ECO: Hiç. Dinle, yazmak bir kâğıdın üzerine ille de kelimeler dizmek değildir. Yürürken ya da yemek yerken de yazabilirsiniz.

ZANGANEH: Yani sizin için her gün farklı.

ECO: Eğer şehir dışındaki -Montefeltro tepelerinde- evimde yazıyorsam, belirli bir rutinim vardır. Bilgisayarımı açar, e-maillerime bakar, bir şeyler yemeye başlar ve sonra öğleden sonraya kadar yazarım. Daha sonra köye giderim, barda bir bardak biramı içer ve gazetelere bakarım. Eve döner akşam saat 11’e kadar TV ya da DVD izlerim ve sabah saat 1 ya da 2’ye kadar çalışırım. Orada belli bir rutinim var çünkü kesintiye uğratılmadan çalışabiliyorum. Milano’da ya da üniversitedeysem kendi zamanımın yöneticisi ben değilim mutlaka ne yapacağımı belirleyen başkası olur.

ZANGANEH: Yazma konusunda korkularınız var mı?

ECO: Korkularım yoktur.

ZANGANEH: Korkularınız yok. Ya heyecan?

ECO: Yazmaya başlamamın öncesinde kendimi çok mutlu hissederim.

ZANGANEH: Bu bereketli üretimin sırrı nedir? İnanılmaz miktarlarda eğitim dökümanı hazırladınız ve beş romanınız da oldukça uzun.

ECO: Her zaman, zaman aralıklarını iyi değerlendirdiğimi söylerim. Atomla atom arasında ya da elektronla elektron arasında çok boşluklar vardır ve evrendeki tüm boşlukları kapatırsak tüm evren bir topa sıkıştırılmış olur. Yaşamımızda da çok boşluk var. Bu sabah, sen zili çaldın ancak daha sonra asansör bekledin ve kapıda görünene kadar birkaç dakika geçti. Bu süre boyunca seni beklerken ben, yeni yazacağım şey hakkında düşünüyordum. Tuvalette de düşünebilirim trende de. Yüzerken, özellikle de denizdeyken pek çok fikir üretirim. Küvette az ama orada bile…

ZANGANEH: Çalışmadığınız zamanlar da oldu mu?

ECO: Hayır, hiç olmadı. Aaa evet, ameliyat olduğumda iki gün çalışmamıştım.

ZANGANEH: Roman yazmak, okuyucuyu etkileme gücünüz konusundaki fikrinizi değiştirdi mi?

ECO: Her zaman, bir kitabın, yazarından daha zeki olduğunu düşünürüm. Okuyucusuna yazarının farkında bile olmadığı şeyler söyleyebilir.

ZANGANEH: Çalışmalarınızda sergilediğiniz bilgelik açısından eleştiriliyorsunuz. Hatta bir eleştiri, sıradan bir okuyucu için sizin çalışmanızın temel işlevinin onda aşağılık duygusu uyandırmak ve beceriniz karşısında naif bir hayranlık yaratmak olduğunu söyleyecek kadar ileri gitti.

ECO: Ben sadist miyim? Bilmiyorum. Bir teşhirci miyim? Belki… Şaka yapıyorum. Elbette değilim! Hayatım boyunca okuyucunun önüne bir yığın bilgi koymak için çalışmadım. Benim bilgim, romanlarımın karmaşık dokusunu edebi bir şekilde ortaya koymama hizmet eder. Bundan sonrası okuyucuya kalır.

ZANGANEH: Bir romancı olarak olağanüstü popüler başarınız okuyucunun rolüne ilişkin kavrayışınızı değiştirdi mi?

ECO: Eski bir akademisyen olarak,  roman yazmak, bir tiyatro eleştirmeni olmak ve sahne ışıklarının önüne aniden çıkmak gibiydi. O ana kadarki meslektaşlarınız –eleştirmenler- size bakıyordu. Başlangıçta çok şaşırtıcıydı bu.

ZANGANEH: Çok satan romancı statüsü, dünya ölçeğinde ciddi bir düşünür olmak şeklindeki ününüzü azalttı mı?

ECO: Romanlarım basıldığından beri, dünya çapındaki üniversitelerden otuz beş tane onur derecesi aldım. Bu gerçekten yola çıkarak, sizin sorunuza cevabım, hayır olmalı. Üniversite çevrelerinde profesörler, anlatı ve teori arasındaki gidip gelmelerle ilgilendiler. Benim çalışmalarımın bu iki yönü arasında benim olduğuna inandığımdan daha fazla bağlantı buldular. İsterseniz bu konudaki tüm akademik yayınları gösterebilirm.

Bunun yanında, teorik yazılar yazmaya devam ediyorum. Aynı zamanda üniversitede ders veren bir yazar gibi değil, hafta sonlarında roman yazan bir profesör gibi yaşamaya devam ediyorum. PEn konferanslarına katıldığımdan daha çok bilimsel konferanslara katılıyorum. Gerçekte bunun tam tersi söylenebilir; akademik çalışmalarım bir yazar olarak popüler basındaki değerlendirilişimi olumsuz etkiliyor.

ZANGANEH: Tanrıya inanıyor musunuz?

ECO: Neden birisi bir insana âşıktır ve bir gün aşk biter? Duygular ve hisler, dayanağını yitirdiğinde yok olur ve hiçbir izi kalmaz.

ZANGANEH: Madem tanrıya inanmıyorsunuz dinler hakkında neden bu kadar çok şey yazdınız?

ECO: Çünkü dine inanıyorum. İnsanlar dindar hayvanlardır ve insan davranışının bu karakteristiği göz ardı edilemez.

ZANGANEH: Akademisyen ve yazar olmanın dışında üçüncü bir yönünüz var; çevirmenlik. Çevirinin muammalarında epeyce kalem oynatmış ve çok fazla eseri çevrilmiş bir çevirmensiniz.

ECO: Çok sayıda çeviriyi düzelttim, iki çalışmamı ve romanlarımı düzinelerce dile çevirttim. Sonunda gördüm ki her çeviri bir müzakeredir. Eğer bana bir şey satarsanız ve ben de onu alırsam, pazarlık yaparız- siz bir şey kaybedersiniz, ben de bir şey kaybederim ancak sonunda ikimiz de aşağı yukarı tatmin oluruz. Çevirinin tam olarak böyle bir hukuku yok Altavista web sitesinde de yapılabilir, ancak ritim… araştırmacılar Manzoni’nin The Betrothed’indeki –ki İtalyan edebiyatının baş yapıtıdır- kelime tekrarları üzerinde araştırma yaptılar. Manzoni’nin kelime haznesi çok yetersiz, hiçbir yaratıcı metafor icat edememiş ve “iyi” sıfatını korkunç fazla sayıda kullanmış. Ancak tarzı anlaşılır, saf ve basit. Onu tercüme etmek için, diğer tüm büyük çeviriler gibi, bu kelimelerin kast ettiği şeyi, soluğunu ve gerçek temposunu ortaya koyabilmelisiniz.

ZANGANEH: Çağdaşlarınızın romanlarını okuyabiliyor musunuz?

ECO: Çok fazla değil. Yazar olduğumdan beri keşfettim ki, tarafsız olamıyorum. Ya yeni bir kitap benimkinden kötü oluyor ve onu sevmiyorum. Ya da benimkinden iyi oluyor ve onu sevmiyorum.

ZANGANEH: Nobakov, “edebiyatı iki kategoriye ayırıyorum; yazmış olmayı istediğim kitaplar ve yazdığım kitaplar,” demiş.

ECO: Evet, benim daha ilk kategoriye koyabileceğim kitaplar; Kurt Vonnegut, don deLillo, Philip Roth, Paul Auster olabilir. Kültürüm coğrafik nedenlerle temelde Fransız olmakla birlikte, çağdaş Amerikan yazarları Fransızların önüne koyuyorum. Fransız sınırına çok yakın bir yerde doğmuşum. Fransız edebiyatını, İtalyan Edebiyatı’ndan daha iyi tanırırm.

ZANGANEH: Etkilendiğiniz isimleri verebilir misiniz?

ECO: Tamamen doğru olmasa da benimle söyleşi yapanları susturmak için Joyce ve Borges diyorum. Aslında beni herkes etkiliyor. Joyce ve Borges kesin ama Aristo, Thomas Aquinas, John Locke ve daha pek çoğu…

ZANGANEH: Çalışmalarınızın kalıcılığı konusu sizin için ne ölçüde önemli? Mirasınızı düşünüyor musunuz?

ECO: Bir yazarın, kendisi için yazdığına inanmıyorum. Yazmanın bir aşk olduğuna inanıyorum. Yani başka birine bir şeyler vermek için yazarsınız. Bir iletişimde bulunmak için… Hislerinizi başkalarıyla paylaşmak için… Yapıtının kalıcılığı sorunu sadece her yazarın değil her romancı ya da öykücünün de sorunudur. Gerçek şu ki bir filozof,  birçok kişiyi teorilerine ikna etmek için kitabını yazar ve gelecek 3000 yıl içinde hâlâ okunuyor olmayı umut eder. Bu tıpkı çocularınızın sizin soyunuzu; torununuzun da kendi babasının soyunu devam ettirmesi umudu gibi bir şey. İnsan devamlılık arzusu taşır. Bir yazar, kitaplarımın kaderi beni ilgilendirmiyor derse, kısaca, yalancıdır. Söyleşi yapanın hoşuna gitsin diye böyle söyler.

ZANGANEH: Bu konuda “keşke”leriniz ya da hayıflandığınız bir şey var mı?

ECO: Herşeye hayıflanıyorum çünkü hayat yolunda çok hata yaptım. Ancak yeniden başlayabilseydim, dürüstçe söyleyeyim ki aynı hataları yeniden yapardım. Ciddiyim. Ömrümü, davranış ve fikirlerimi irdeleyerek ve kendimi eleştirerek geçirdim. Kendime ilişkin en ağır eleştirimin ne olduğunu ise milyon dolar verseniz size söylemem. Ciddiyim.

ZANGANEH: Çok yazmak istediğiniz ancak yazamadığınız bir kitap var mı?

ECO: Evet var bir tane. 50 yaşıma kadar ve tüm gençliğim boyunca, komedi teorisi üzerine bir kitap yazmak istedim. Neden? Çünkü bu konuda yazılmış tüm kitaplar başarısızdı; en azından benim okuduklarım… Freud’dan Bergson’a tüm komedi teorisyenleri, olgunun sadece bir yönünü ele alırlar, tamamını değil. Bu olgu o denli karmaşıktır ki, şu ana kadar hiçbir teori onu açıklayamadı. Dolayısıyla, komedinin gerçek teorisini yazmayı düşündüm. Ancak bu işin çok zor olduğu ortaya çıktı. Neden bu kadar zor olduğunun cevabını verebilseydim, kitabı da yazabilirdim.

ZANGANEH: Ama güzellik ve çok yakınlarda da çirkinlik üzerine kitaplar yazdınız, Bu kavramlar da kavranamaz değil mi?

ECO: Güzellik ve çirkinlikle kıyaslandığında komedi korkunçtur. Sadece gülmekten bahsetmiyorum, dikkat edin. Hayır, komik dediğimiz şey olağanüstü bir duyarlılık meselesi- tam anlatamıyorum. Ve bu da ne yazık ki kitabı yazamama nedenim.

ZANGANEH: Komedi de yalan gibi insanın icat ettiği bir şey mi?  

ECO: Evet. Çünkü öyle görünüyor ki hayvanlar mizahtan yoksundur. Oynama, kederlenme, ağlama ve acı çekme özellikleri olduğunu biliyoruz. Bizimle oyun oynadıklarında mutlu olduklarını ispatlayabiliriz ama komiklikle ilgili hisleri olduğunu ispatlayamayız. Bu tipik bir insan deneyimidir ve … – hayır tam olarak anlatamıyorum..

ZANGANEH: Neden anlatamıyorsunuz?

ECO: Peki tamam. Bu konunun, biz insanların, ölümlü olduğunu bilen yegane hayvan olduğumuzu bilmemizle bir bağlantısı olduğunu düşünüyorum. Hayvanlar bunu bilmez. Onlar son anda, ancak ölürken anlarlar. Onlar: bütün insanlar ölümlüdür gibi bir mantık yürütemezler. Bunu biz yapabiliyoruz ve muhtemelen dinlerin, ritüellerin vb. sebebi bu. Komedinin özde, insanın ölüm korkusuna bir tepkisi olduğunu düşünüyorum. Bundan öte bir şey sorarsanız cevap veremem. Ama belki şimdi bir gizem yaratmış ve herkesi bir komedi teorim olduğunu düşünmeye itmiş oluyorum. Ben öldüğümde, gizli kitabımı bulmak için ciddi çabalar harcayacaklar.

Gerçekte, komedi üzerine bir kitap yazma arzumun ürünü Gülün Adı’dır. Bir teori oluşturamadığınızda bir roman yazarsınız, gibi bir şey. Gülün Adı’nın, benim komedi teorimin edebi dilde ifadesi olduğuna inanıyorum. Komiklik, bağnazlığı önler. İlan edilmiş her gerçeğin ardında dikilen şeytani kuşkunun hayaletidir.

Çeviren: Ayla Şenel

 

(*) Bu söyleşi, The Paris Review Dergisi’nin İnternet sayfasında yayınlanan, Lila Azam Zanganeh’in Umberto Eco ile 2008 yılında yaptığı söyleşiden derlenmiş ve Türkçeye çevrilmiştir.

http://www.theparisreview.org/interviews/5856/the-art-of-fiction-no-197-umberto-eco

Sosyal medyada paylaşın!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir